Midas’ın kulakları eşek kulakları


Bir yer’e bir isim takmanın, o yeri bundan böyle takılmış olan isimle adlandırmanın bizim deyişimizle yeniden-isimlendirme (renaming), isimlerin gerisindeki şifreleri iktidarına güvenerek baskılamanın en zorlu çağındayız: Alelacele bir yer’i, mekanı kendi istediği bir isimle çağırma hevesi orayı çitlemenin başlangıcıdır zira. 

Bir yerin biat etme koşulunu onun adını değiştirerek başlatmak icadı, sömürge -devletlerinindir. Hatta esas olan, yerin kendi ismini sonsuza kadar bastırmaktır. Hatta, bütün hafızayı da bununla birlikte kazıyan, unutturan, yasaklayan, çitleyip anıları bulanıklaştıran, yeni bir hatıra yaratan bir iştir yeniden-isimlendirme.

Bu isim değiştirme işinin Türk Devleti Cumhuriyet rejimine geçer geçmez önce Doğu Anadolu, Kafkas sınırından başlayarak, Kuzey, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya kadar genişlediğini, İstanbul ve Ege’yi ve giderek İç Anadolu’yu çitlediğini biliyoruz. En son 1982 yılında yayınlanan Köy Eski Adları çizelgesi de o tarihten sonra hasıraltı olmuş, kaymakamlıkların, valiliklerin ve jandarmanın elinde gelişigüzel bilgiler halinde kalmıştır. Türkiye’de kabaca tüm kırsal yerleşimlerin yüzde 35’inin adlarının değiştiğini söylüyor Tunçel (Bkz. 2000- “Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler” FÜ. SB Dergisi). İsimlerin şifrelenmesi, çitlenmesi, yerine gelişigüzel isimlerin atanması dilden gönüle, hafızadan tarihe kadar bütün geçmişin değiştirilerek, kimliklerin yeniden iktidarın onayına sunulmasıdır.

90’lı yıllarda büyük bir şiddetle sadece sivillerin değil, yer’in, mekanın da geçmişinden arındırıldığı, yeniden isimlendirildiği bir ideolojik şiddetle karşılaştık: yeni bir isimlendirmeyle. Savaşın mekanından “Bölge” diye bahsediliyordu. Sanki radyasyona bulaşmış ve gözden çıkarılması muhakkak olan, dokunulduğunda herkesi zehirleyecek bir nükleer alanmış gibiydi savaşın alanı. Yerleşimlerin isimleri hiç anılmadan başını hafifçe yana doğru yatırıp veya göz ucuyla müphem bir korkuyu, karanlık bir yeri işaret edermiş gibi söylenen isim: Bölge! Sınırlarını savaşın çizdiği ve her an değişebilen, haberlerinin bolca hamaset kokan bir Türkçülükle verildiği ama, hep yasak olan yer.
Ben şimdi başka ve daha ileri bir durumdan söz etmek istiyorum. Bugünlerde taradığım gazetelerde başka bir çitlemeyle karşılaşıyorum: Büyükşehir yasası değişimiyle gelen ve ablukalarla devam eden bir ıssızlaştırmayla. 

Köylerden, kırsal alanlardan, hayat taşıyan dokulardan “Bölge” adıyla bahsedildiği 90’lı yıllardan daha ağır bir tablodan. Sınırların yerleşimlerin en içlerine kaydığı, yer’in, mekanın, insanın artık hiç bir öneminin kalmadığı bir yeni isimlendirmeden. Köylerin, yerleşimlerin tamamınını tüzel kişiliklerini kaybettiği, yerele dair tüm kararların sadece merkezden yönetildiği, yerel iradenin tamamiyle hiçe sayıldığı bu yeni “mahallelerden”. Gün geçmiyor ki Bölge” seslenişini yeni ablukalarla birlikte duymayalım. “… ’nın 15/25645 vb.Bölgesinde Çokağa Çıkma Yaasğı” haberi, “BÖLGE” isminin artık sadece sokaklara, köylere, yerleşimlere indirgendiğini değil, ötesinde isimlerin tamamen kaldırılarak adsız bir zamana, dilsiz ve isimsiz bir hafızaya doğru da itildiğimizi gösteriyor. 

Yer’in dili kalmıyor, adı tamamen anonimleştirilerek yerleşim ve hayat insandan ve bütün doğadan da arındırılıyor. Ardarda çıkarılan yangınlarla birlikte, insansızlaştırılan, hücrelerine kadar kazınan yer’e artık yeni bir isim dahi verilmeden, arazinin traşlanması, hayatın sürgüne çıkartılması sadece “güvenlik alanı-bölge”ye indirgenmesi korkunçtur. Sadece insan yaşamının günlük ritmini kestiği için değil, yer’in ismini de yok ettiği için, kelimesiz bıraktığı için ve hatırasız bıraktığı için korkunçtur.
Dîl, kelimelerle değil, sesle ulaşır. Kelimelerin sesine dair ne zaman düşünsem aklıma Friglerin meşhur kralı Midas gelir:
Altına, zenginliğe pek meraklıdır Midas. Tarihçilerin babası Heredot, “Yüksek şatosunu ve her birisi 60 gonca taşıyan, kokularıyla büyüleyen güllerle dolu bahçeleri”ni över.

Yaşadığı dönemde yaptığı çalışmalar ve araştırmalarla Frigya halkı için farklı bir öneme sahiptir, ancak o halkına aynı duyguları besleyememiştir. Altına düşkünlüğü yüzünden ‘tuttuğum altın olsun’ dileğinde bulununca Dionisos onu istediğini vererek cezalandırıverir. Yalvar yakar kurtulur Midas bu beladan, zira o günlerde altınların Halk Bankası gibi yarayışlı aklanma yerleri, Reza Zerrab gibi taşıyıcı iyilikseverleri (!) yoktur. Mecburen gider Paktalos ırmağında (Sart Çayı) yıkanır. Ama halkının bu olayı alaya almasına engel de olamaz. Tarihte “Midas’ın dokunuşu” olarak geçen bu mit, açgözlüğün ona yaklaşan herkesi nasıl taşlaştırdığına ibret olarak anlatılır. Midas çok sevdiği kızını da altın bir külçeye dönüştürmüştür.

Günler geçedursun, Tanrılar onu Pan’ın flütü ve Apollo’nun da lir’iyle katılacağı yarışmaya hakem atarlar. Gerçi Apollo’nun karşısında Pan hayli sönüktür, Bir çalmaya başlasın Apollo, Musalar (muse) bile durup onu dinler. Ama Midas herhalde saraya kendi zevkinden bir sanatçı atamanın sanatla pek ilgisi olmadığını düşünüp ‘devlet sanatçısı’ ünvanını Pan’a vermeye kalkınca olan olur. Apollo “oğlum, kulaklarının yerinde eşek kulağı mı var” der ve olur. Midas eşek kulaklarını gizlese de sırrını berberi görür. Ama o da dayanamayıp sırrı bir gün bir kuyuya anlatır. O zaman kuyu suya, su çaya, çay dereye, dere ırmağa ve hepsi otlara ve kuşlara, geyiklere ve dağlara, fısıldaya fısıldaya çoğaltırlar. “Midas’ın kulakları eşek kulakları…” “Midas’ın kulakları eşek kulakları…” Otlar sallanır, dağlar gerinir, rüzgar ulur, haberi sadece Frigya halkına değil daha ötelere taşır. Öyle ki kuyu dahi dışına ses vermeye başlar: “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıııı…”

Zira o artık bir ses olur, kelimelerle değil hakikatin çıplağının dîli olur. Öyle ki bu sayede, ses sayesinde Midas’ın halkı kendisini Midas’tan kurtarabilir, başka bir isim alabilir.

Ne vakit okusam kuyulardan taşan hakikatin sesi gelir kulağıma. Midas, bu iki öyküyle anılıyor: ikisi de açgözlülük, kibir ve pervasız ahmaklığın halktan asla saklanamayacağı, hakikatin bilgisinin onu taşıyanın kalbinden diline döküleceğini belletir. Bir gerçeğe daha işaret eder: Hakikat bilgisinin ancak çoğalırsa anlaşılabileceğini, dilin sözünün kalbi de iyileştireceğini ve dil olmadan kalbin kötürüm kalacağını. Söylenmeyen gerçekliğin gizli değil, ancak sakat kalacağını. Kanımca buradaki dil, dîldir aslında, ses’tir. Kuyunun, otların ve dağların dîli olmadan hakikat da dile gelememiştir.
Halk çaresizce adaleti arzuluyor. Hakikatın dilinin kuyulardan sesleneceği zamanlar yaratmalıyız. Bütün sesimizle: “Midas’ın kulakları eşek kulakları…”

Yorumlar