ŞÜKRÜ ERBAŞ
Mah cemal üstünde teli bilmeyenBal dudak altında dili bilmeyenGarip’im gönülden yolu bilmeyenYürüse de yol kıymetin bilemez.Neşet Ertaş
Ses ezgin. Ses saygılı. Ses büyük. Ses kahır. Yüreğin
bütün heyecanlarıyla çarpıyor ses. Dile getirdiği yaşantıların bütün
acılarıyla yaralı. Bütün arzuların ürpertisiyle kanatlı. Geri çekilirken
susmuyor. İleri çıkarken bağırmıyor. Bağırıyor da hiçbir acıyı
incitmiyor. Hiçbir kalbi yormuyor. Ses, insanın sustuğu ne varsa onların
billurlaşmış hali. Ev içlerinin haysiyeti, yoksulluğu ve yaşama gücü
ses. Bütün bir bozkırın kaderi, gurbeti, sılası. Bütün yolların ayrılığı
ve kavuşması. Kirpikten topuğa insan bedeninin bütün güzelliklerine,
arzularına ve yalnızlığına aynı içtenlikle, aynı hüzünle, aynı umutla
dokunuyor. “Bana rahmet yerden yağar / Benim yüzüm yerde gerek” diyen
dedesi Yunus’tan almış o büyük alçakgönüllülüğü: “Beni deyip geldiniz,
basıp geldiğiniz yollarda benim yüzüm serili.”
Hiçbir yoksunluğun yabancısı değil. Bütün hayatları aynı
içtenlikle dolanıyor. Bütün sokakları, avluları, kahvehaneleri, bahçe
duvarlarını, ışıklı çarşıları, tozlu aynaları… bütün gönül yaralarını
aynı derinlikle yaşıyor. Bir gözyaşı toplayıcısı, ses. Bir alın yazısı
okuyucusu. İnsanların parmaklarından, kirpiklerinden yürüyen
çaresizliğin ete kemiğe bürünmüş hali ses. Zorluğuna göğüs geremediğin
yâri sevme diye diye dönüyor canımızda.
Bir avuç bozkır nasıl olur da bu kadar geniş bir insan
coğrafyasını bütün kalp atışlarıyla, arzularıyla, hayıflarıyla bir seste
toplar, hem de aslından daha yakıcı, şaşıp kalıyorsunuz. Ana rahminin
suskunluğu, baba rahminin avazı, abdallığın bin yıllık binası, bin
yıllık gönül yarası… acı veren ne varsa, hepsini almış, uzak şehirlerin,
uzak hayatların kaderlerine götürmüş. O hiç bilmediği ışıklar, o çok
iyi bildiği gölgeler, bu koygun yalnızlıkta halkalanmış halkalanmış,
sonra parmaklarının ucunda çırpınan hasretten tutup, onu ilk abdalın
sesine getirmiş tekrar. Saygıyla getirmiş, nezaketle getirmiş, bilgiyle
getirmiş, sezgiyle getirmiş, insan ruhunun bütün köşe bucağını
havalandıran büyük duygularla, büyük avazlarla getirmiş.
Neşet Ertaş’tan söz ediyorum. Daha doğrusu edemiyorum.
Sıradan bir türkü tutkunuyum ben. Benim mayam da gam ile yoğruldu ama
hançerem bu gamı taşımaya yetmiyor. Bir sesin sınırlarını, türkü
okuyarak, şarkı söyleyerek bilemiyorum. Okusam da sesim ancak kendime
dokunuyor. Ama kalbim iyi bir sesi, iyi bir yorumu, saçının telinden
tırnağının ucuna kadar zar delisi* olmuş, yalnız kendi sesinden değil,
dünyanın bütün seslerinden yapılmış, özetle insana dönüşmüş bir sesi,
binlerce yıl uzaktan gelse de biliyor. Bazı insanlar vardır, aynı zaman
aralığında, aynı göğün altında soluk alıp vermiş olmak bile sizi arıtır,
inceltir, yüceltir, onurlandırır. Karacaoğlan’ın, Yunus Emre’nin, Pir
Sultan Abdal’ın sesi, ne olurdu bir yerlerde kayıtlı olsaydı diye bir
çaresiz hülyada kaybolurum zaman zaman. Bütün o kadim seslerin
zamanımızda varlık bulmuş sesidir Neşet Ertaş, derim sonra, sessizce
avunurum. Elbette aynı kıratta bir avuç başka seste de aynı duyguyu
yaşarım.
Ses büyücüsü, diyorum içimden. Yetmiyor, saz büyücüsü
diyorum. Öyle bir büyücü ki, hançeresinden canımıza yürüyen iki ses
arasına, iki tel arasında çırpınıp dönen iki mızrap arasına bütün bir
sonsuzluğu sığdırmış, bütün bir geçmişin üstümüzde biriken acısını, hiç
görmeyeceğimiz zamanların hayalini sığdırmış. Yoksa bizim sesimiz,
sesimizde çırpınıp duran hayatlarımız, artık hiçbirimizin içinde
yaşamayacağı gelecek denilen o bilinmez zamanlarda nasıl duyulurdu,
nasıl var olurdu, hiç tanımayacağımız o insanları bizim bugün
yaşadığımız gibi nasıl insan ederdi…
Yedi harften bir noktaya süzülmüş bir bilgeliktir, bir
yüceliktir, bir enginliktir Neşet Ertaş. Bu sözün tersi de aynı
güzellikte doğrudur: bir noktadan yedi harfe yükselmiş bir büyüdür, bir
sırdır, bir hayattır Neşet Ertaş.
* Sıdkı Baba
Yorumlar
Yorum Gönder