BİRCAN DEĞİRMENCİ/AMED
“Devletin sağlığı bozuksa, idari yapı bir altüst
oluş yaşıyorsa, toplumla devlet arasındaki temel sözleşmelerin bütünü
yara almışsa, devletin, siyasetin sağlığında ciddi sorun vardır.
Henüz çalışacak bir işimin olduğu vakitlerden biri. İş
çıkışı, yorgun argın, evime yakın sokağa kurulan semt pazarına girdiğim
gibi pişman oluyorum.
Ahmak ıslatan yağmur altında; bir elimde çantam, diğerinde
sebze-meyve poşetleri. Satıcıların bağırış-çağırışları arasında,
yerlere dökülüp ezilen sebzelerin çamurla birleşerek meydana getirdiği
kaygan zeminde düşmemek için üstün çaba sarf ediyorum. Vişne çıkmış,
hoşafı güzel olur diye hevesleniyorum. İki kasa duruyor önümde. Biri
bitmek üzere ve çürükler kalmış. Diğerinde capcanlı vişneler bana
bakıyor.
Şu kasadaki vişneden istiyorum. Olur mu?
Olur abla! Ayıpsın diyor satıcı. Öylece ellerini
izliyorum. Derken el arabalarıyla etrafımı saran çocuklar dikkatimi
dağıtıyor. Abla taşıyalım mı? Gerek yok, ev yakın. O esnada sevgili
vişne satıcısı kıvrak hareketlerle, diğer kasadaki çürük vişneleri kese
kağıdına dolduruveriyor kaşla göz arasında. Küçük esnafımıza olan bütün
güvenim yerle bir oluyor yine.
“Ben size diğer kasadan verin demiştim” elime tutuşturduğu torbadaki çürük olanları göstererek.
Bir hışımla torbayı elimden alıp kasaya geri boşaltarak
beklenmedik bir tepki veriyor. Anlaşılan bütün günün gerginliğini benim
üzerimden çıkartmaya niyetli. Az önceki saygı gösterileri yapan adam
gitmiş yerini işgüzar bir esnaf almıştı. “Satmıyam sahan! Git, başka
yerden al. Sen de başımıza toxtor olmuşsan bakıyam.”
Ne ilgisi vardı şimdi? Dumura uğramıştım. Adamın çürük
vişneyi tespit etmenin doktorlukla nasıl bir bağ kurduğunu anlayamazken,
bu kentte en çok önemsenen mesleğin doktorluk olduğunu da yeniden
anımsıyorum.
Doktora gitmek bir sosyal faaliyet gibi. En çok hastanelere giden dolmuşlar iş yapıyor. Kentin hepsi mi hasta, yoksa
hasta olmayı mı seviyorlar bilemiyorum. Belki de ilgilenilmek, insan
yerine konulmak hoşlarına gidiyor diyeceğim ama devlet hastanelerinin
durumu içler acısı. Özel hastanelere zaten güçleri yetmez ama herkesin
elinde röntgen filminin olduğu kağıtlar, ilaçların olduğu poşetler,
oradan oraya koşturuyorlar.
Efsanevi Dr. Selçuk Mızraklı
Bu hastaların bir de adını sürekli zikrettiği efsanevi bir
doktoru var. En çok duyduğum isim Dr. Selçuk Mızraklı. Herkes birbirine
onu tavsiye ediyor. Neyse ki sağlık açısından kapısını çalmam gerekmedi
ama hastane dışında pek çok yerde karşılaşmıştım. Mezopotamya Tıp
Kongresi’nde, Sarmaşık Derneği’nde, DTK toplantılarında, kimi zaman bir
filmin galasında veya tiyatro salonunda. Şimdilerdeyse hastaları pek bir
dertli. Çünkü o doktor artık onların biyolojik sağlığından öte toplum
sağlığına deva bulmak için kolları sıvamıştı. 24 Haziran seçimlerinde
HDP’nin Amed’den 1. sıra adayı olarak gösterilmişti. Dr. Adnan Selçuk
Mızraklı ile hikayesini ve adaylık sürecini konuştuk.
Siverek’te ilkokul öğretmeni bir babayla ev emekçisi bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelir Selçuk Mızraklı. Ailesinden
şöyle söz ediyor: “Okuttuğu çocukların kimliklerinden ödün vermeden
başarılı olabilmeleri için çaba sarfediyordu babam. Annem bilge bir
kadındı. Sevgisi ve şefkatiyle, evine ve bize çok özenirdi. Her türlü
inceliğe sahipti. Üç erkek kardeştik. Kızkardeşimiz olmadığı için
şanssızdık.”
Sol ve demokrat bir aileden
3 yaşındayken babasının görevi nedeniyle Siverek’ten Eskişehir’in
bir köyüne giderler. Üç yıl iki ayrı köyde görev yaptıktan sonra
merkeze yerleşirler. İlkokulu bitirdikten sonra İngilizce eğitim verilen
Maarif Kolejini kazanır, daha sonra Türkiye sıralamasında yüksek bir
puanla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 12
Eylül’ün etkilerinin sürdüğü yıllardır. Devlet tarafından adeta
kuşatılmış olan üniversite koşullarında öğrencilerin en ufak bir
demokratik talebi bile kriminalize edilen bir boyuttadır. O süreci
Mızraklı şöyle anlatıyor: “Ailenin doğasında var olan sol ve demokrat
devrimci etkiler bende de karşılık buluyordu. O sıralarda yemek
fiyatlarının yüksekliği nedeniyle boykotu örgütleyenlerden biriydim.
84’ten itibaren İstanbul ve Ankara’da eş zamanlı YÖK’e karşı protestolar
başlayınca bizler de bir grup Kürt öğrenci olarak bu süreçlerde
yerimizi almaya başladık. Öğrenci dernekleri kuruluyordu. Dernek
çalışmalarında da bulunduk. Öte yandan Kürdistan’da başlayan silahlı
siyasal mücadele süreciyle beraber Kürt gençlerinin dikkatleri buraya
yönelmeye başlamış ve bunun üzerine tartışıyorlardı. Dolayısıyla bizler
de kendi durumumuz sorgulamak ve o günün siyasal atmosferi içerisinde
kendimize yörünge tarifi yapmayla karşı karşıyaydık.”
Che Guevera, Dr. Hikmet Kıvılcımlı…
Çocukluğundan beri ulvi bir meslek olarak gördüğü hekim
olmayı kafasına koyan Mızraklı, “Para kazanma mesleği olarak değil.
Malzemesi, öznesi, nesnesi insan olan bir meslek olması cazip geliyordu.
İnsanlara dokundukça ruh ortaklığı yaparsınız. Yoldaşlık yaparsınız.
İnsanların en sıkıntılı olduğu anda onların hem dert ortağı hem de
dertlerinin dermanı olursunuz. Bu nedenle mesleğimi de iyi öğrenmeye
çalışırdım. Bir takım etkinliklerin hazırlıklarını yaparken sınavları
ihmal etmiyordum. Her
ikisini bir arada yürütmeyi becerebilmiştim. İnsanların biyolojik
yönleriyle ilgilendikleri kadar sosyal ve siyasal gelecekleriyle de
ilgilenen Che Guevera’nın, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın profillerini
incelerdim. Okulu bitirdiğim gün kendi yolumu da çizmem gerekiyordu.
Onlara mı benzeyecektim yoksa kendime benzeyen, kendi mayamda var
olandan kaynaklı bir şey mi çıkartmaya başlayacaktım.”
‘Komünist bir doktor gelmiş’
İlk görev yeri MHP’nin kalelerinden biri olarak bilinen
Yozgat Yerköy’dür. 1988-90 arasında orada çalışır. “Ben onlara sadece
hekim olarak davrandım. Sosyal ve siyasal gündeme ilişkin görüşlerim
nedeniyle çok kısa zamanda benim gıyabımda “buraya bölücü komünist bir
doktor gelmiş” diye konuşulmaya başlandı. Benden önceki hekimin dini
hassasiyetleri nedeniyle kadınlara dokunmadığı, günde 3-4 tane hastanın
olduğu, kapasitesi düşük bir sağlık ocağıydı. Önce tıbbi malzeme
eksikliklerini tamamladım. Dolaplara yerleştirdim. Çalışanlarıyla
birlikte ocağı temizleyerek işe başladım. İlçeden köy sağlık ocağına
gelmeye başladılar. İnsanlarla vicdan, sevgi, merhamet düzeyinde bir bağ
kurduk. Benden sonra “Bölücü komünist diyorsunuz ama onun gibi insanla
temas kuran birine rastlamadık, eğer o bölücüyse ben de bölücüyüm”
diyenlere ilişkin duyumlar alıyordum.
Ankara’dan Amed’e
Ardından Ankara’da Onkoloji Hastanesi’nde Kulak Burun
Boğaz bölümünde çalışır. 1990’da iktisatçı Zeynep Mızraklı ile evlenir.
Eşinin de desteğiyle girdiği sınavı kazanarak Dicle Üniversitesi Genel
Cerrahi departmanına gelir. Vedat Aydın’ın öldürüldüğü dönemdir. “Vedat
Aydın İHD Genel Kurulu’nda Kürtçe konuşma yaptığında Apê Musa ile diğer
Kürt gençleri gibi ben de oradaydım. O olayların da tanığıydım.
Olaylarda ağır yaralananlar benim çalıştığım ünitedeydi. Tam böyle bir
atmosferde evimi getirdim.”
5 yıllık hummalı nöbetleri olan cerrahi asistanlık
eğitimini 1996’da tamamlar. Üniversitede cerrahi kürsüsünde kalarak
devam edeceği konuşulur ancak mesleğine hiç bulaştırmadığı halde siyasal
inancına dönük yorumlar nedeniyle kürsüde kalması engellenir.
Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne tayin yaptırarak, 2005’e kadar burada
görevine devam eder. “Zora düştüğünüz zaman size nasıl el uzatılmasını
istiyorsanız siz de insanlara o eli uzatırken o derece bonkör
olmalısınız. Yaşamım boyunca bu ilkeyi edindim. Diğer branşlarla ilgili
olsa bile kolaylaştırıcı ya da yönlendirici olmaya çalıştım. O
süreçlerde hırpalanmadan bir yerlere varabilsinler. Dertleri
çözülebilsin. Kamuda kalacak olursam o bürokrasinin devlet anlayışının
gereği olarak zaman zaman beni zorlayabilirler düşüncesiyle istifa
ettim” diyor Dr. Mızraklı.
Mehmed Uzun’un da doktoruydu
2005’te Amed’de açılan Özel Veni Vidi Hastanesi’nde
çalışmaya başlar. “O dönem şimdiki gibi fark ücreti uygulamaları yoktu. O
nedenle daha rahattı çalışma koşulları. Gelen hastalardan alınan
paradan ötürü uğramış oldukları bir mağduriyet durumu yoktu. Siz hekim
olarak hastanızın cebine el uzatan sistemin bir parçası olmak
istemiyorsunuz. Sağlık arayışına girmiş birçok insana katkılarımız oldu.
Mehmed Uzun da bunlardan biriydi. Onu uçaktan alıp hastaneye getirmem
üzerine hızlı bir toparlanma süreci yaşadı. İnsanüstü bir çabayla 15-16
aylık yaşam süresine katkı sağladık. Onun gibi birçok insanımız çoğu kez
memnun olarak ayrıldı. Hekim şefkatiyle ekonomik çarkları
çalıştırmaksızın çaba sarf ettik bu konuda vicdanım rahat.
Kürtçe öğrendi, Kürtçe’yi yaygınlaştırdı
Anadili Türkçe olmasına rağmen hastalarıyla iyi iletişim
kurmak için üniversite öğrencilik yıllarından itibaren Kürtçe öğrenmeye
çalışır. “Bozuk bir gramerle konuşuyorum ama hastalarım beni hoş
görüyorlar. Birbirimizi anlıyoruz” diyor.
2008-2010 yılı arasında Diyarbakır Tabip Odası Başkanlığı
yapar. Aynı zamanda İHD’de bazı konularda danışmanlık düzeyindeki
çalışmalarını sürdürür. Başkanlık döneminde Kürdistan’ın özgürleşmiş
parçalarında uygulanan sağlık modelleri konusunda kolektif bir fikir
fırtınası yapmaya aracılık etmesi amacıyla ilki 2009’da gerçekleşen
Mezopotamya Tıp Kongresi’nin yürütücülüğünü yapar.
İlk toplantıda bildirilerin yüzde 35’i Kürtçe olarak
sunulan kongrenin 7.’sinde bu oran yüzde 85’e ulaşır. “Kürt hekimleri de
Kürtçe bildiri sunacak bir kapasite ve arayışa girdi. Dolayısıyla bu
bir entelektüel ve dil yönünden önemli bir çabaydı. Diğer yanı da
anadilde sağlık çerçevesinde çalışma yapmalıydık. O dönemde Tabip
Odası’nda Kürtçe dil atölyesi çalışması yürüttük. Hekimlere dönük olarak
ağrı bilimi dahil tüm branşlar için ana soruları içeren anamnez yani
hasta öyküsünü alma formatlarını içeren, kullanabilecekleri bir kitap
hazırladık. İsrafil Bülbül ve Adem Avcıkıran’ın çabaları oldu. 5 bin
basmıştık, Türkiye’deki tabip odalarına gönderdik. Hastaların sağlık
hizmeti alırken, mahrem alanda meramını anlatırken araya tercüman
girmesinde bir perde girer araya. Bu çalışmalar o perdeyi kaldırmak
içindi.”
Elele verelim, el açtırmayalım
DTK Divan üyeliğini yapmaya başlar. 6 yıl boyunca daimi
meclis delegesi olarak çalışma yapar. Oda başkanlığında görev süresi
dolunca yoksullukla mücadele için kurulan Sarmaşık derneğinin
başkanlığını yürütür. Dr. Mızraklı şöyle anlatıyor: “Özellikle
Kürdistan’daki yoksulluğun profilini ve bu yoksulluğu ortaya çıkartan
faktörleri biraz daha içerden gözlemleme fırsatım oldu. Kürdistan’da
başka ülkelerle karşılaştırılabilecek bir yoksulluk değil, çok derin bir
yoksulluk mevcut. Yoksullaştırılmış bir kitleyle karşı karşıyasınız.
Hepsine elinizi uzatmanız mevcut dernek bünyesinde pek mümkün değildi.
Benden önce bu işin fikriyatına, işleyişine özel bir değer katan Şerif
Camcı, hepimizin hazır bulduğu çok güzel bir sistemle örgütlemişti.
Çünkü bu işe toplumsal katılım ve ciddi anlamda bir farkındalık yaratmak
için hem sivil toplumun, yerel yönetimin paydaş olması hem de
bireylerin hiç hissetmeyecekleri kadar küçük bir miktarlarla katkı
yaparak havuz oluşturmalarını sağlamıştı. Minnet duygusu olmaksızın, hep
beraber bir araya getirdiğimiz değerlerin ortaklaşmasıydı. Evrim
Alataş’ın sloganı dernek mottomuz haline gelmişti. ‘El açmayalım el
açtırmayalım. Elele verelim.’ Sarmaşık dönemini bugüne kadar yaptığım en
kutsal çalışma olarak görüyorum.” Sarmaşık, 2016 Aralık itibariyle KHK
ile kapatıldı. O güne kadar biriktirilen değerlere el konuldu. “Birgün
fırsatı olduğu zaman tekrardan bunu kurumlaştırma ve işler haline
getirmek söz konusu olduğu zaman o kutsal çabaya devam etmek isterim”
diyor Dr. Mızraklı.
Mezopotamya Üniversitesi
2011 sonlarında bir grup arkadaşıyla birlikte Mezopotamya
Üniversitesini kurmaya dönük olarak bir vakıf çalışması yürütürler. 2013
başlarında vakfın kuruluş sürecini tamamlarlar. “Vakfın kuruluşundan
sonra bunun duyurusunu yaptık. 300’e yakın kurucu üyemiz vardı. 60’a
yakın akademisyen vardı. Yazar, siyasetçi, hekim, hukukçu gibi
farkındalık düzeyi yüksek olan kişiler vakfın kuruluş sürecine
katıldılar. Bu çaba özellikle Kürt toplumunun birçok hayat alanında
kendi bilgisinin açığa çıkartılması, kendi hafızasının ortaya dökülmesi,
folkloründen diline kadar pek çok boyutta kendi dilini üretilmesi
açısından kutlu bir çabaydı. Halen de devam eden dil, etimoloji, folklor
çevreli üniversite kütüphanesinin altyapısını oluşturacak şekilde
çalışmaları var.”
‘Siz bizi yargılayamazsınız’
2017 Temmuz ayında bir sabah saat 5’te kapısı çalınır. DTK
faaliyetleri esas olmak üzere bir arama emri ile gözaltına alınır.
İddianamesi çok gülünç olan bir kurgu çerçevesinde 6 gün gözaltında
tutulduktan sonra tutuklanır. Yaklaşık 2 ay D tipi cezaevinde kalır. “O
süreçte de ne ailemde ne çevremde zerre kadar bir suçluluk duygusu zaten
hiç yoktu ama beraberinde bu sürecin haklı olup aynı zamanda onur
kavgası veren insanların o güçlü dayanışmasını bütün biçimleriyle
yaşadım. Eşim oldukça güçlü durdu. İki oğlum, bir kızım var. Kızım çok
etkilendi. Bir süre sonra kanıksamaya ve direnç göstermeye başladı.
Çıktıktan sonra bu kadar gaddarlığı ve zulmü yaşamış bir toplumun
esasında bunları telafi etme noktasında da bir takım güçlü maharetleri
gelişiyor. Çok kısa bir sürede tekrar işime döndüm. Hastalarım kıyameti
koparmışlardı. Seslerini ulaştırabildikleri her yerde bu konuda çaba
göstermişlerdi. Hem mesleğimize ve meslek örgütümüze yönelik bir
saldırıydı. Toplumun bugüne, yarına dair kaygılarını demokratik düzlemde
tartışan, yoğuran ve bunu bir anlamda hem normalleştirerek hem de
siyasetin anlayabileceği gibi tercüme ederek sunan bir DTK faaliyeti
marjnalize edilmeye çalışılmıştı. Bu çerçevede ben gerek soruşturma
gerekse daha sonra mahkemelerde ‘siz bizi yargılayamazsınız’ demiştim.”
Sorumluluk alma zamanı
Adaylığını ve neden HDP sorularını ise Mızraklı şu şekilde
değerlendiriyor. “Bu gibi şeyler kafanızda bir ampul yanmasıyla
olmuyor. Kendinize bir rol veya görev tarifi yapıp ya da kendinize değer
vehmederek olan işler değil. Daha çok çevrenizin tetiklemesiyle gelişen
bir durum oluyor. Ben kendimi hep içinde yaşadığım koşulların bir ürünü
olarak görmüşümdür. Beni ben yapan, bende bugünkü biriktirmelerin
nüveleri esasında bu toplumda mevcut. Dolayısıyla çevremdeki her insanda
benim bir parçam var. Bende o insanların bir parçası ifadesini
buluyor.”
AKP- MHP rejiminin çok sıkışarak birden baskın seçim
yaparak durumunu kurtarma noktasına geldiğini hatırlatan Mızraklı
anlatmaya devam ediyor: “Nasıl olsa HDP bileşenlerini biz yok saydık,
medyada görünür kılmadık, toplumda şeytanlaştırmaya çalıştık. Böyle bir
seçimle onların tozunu atarız şekilde gelişleri söz konusuydu. Her
duyarlı yurttaş gibi bunun karşısında durmak lazım. Bu pervasız, ahlaklı
olmayan gelişin karşılanması gerekiyordu. Bu anlamda ben de aday
adaylığı başvurusu yaptım. Ki nitekim çok onurlandırıcı bir durumdu. 234
başvuru olmuştu. Ben eminim ki hepsi benden çok daha yeterli ve
yetenekli arkadaşlarımızdır. Bu toplum yaratmış olduğu değerler
itibariyle kapasitesi yüksek bir toplumdur. Biz Amed’de bu gerçekliği
birçok defa tespit etmişizdir. Bu çerçevede çevremin iteklemesiyle
‘benim de sorumluluk alma zamanım geldi’ dedim. Daha önce son 6 ay
içinde Parti Meclisinde çalışıyordum. Bir yandan hekimlik gibi çok
konsantre bir mesleği icra etmek ama aynı zamanda siyasetin kıyısından
köşesinden bir şekliyle bulunmak insanı zorlayan bir durum.
Beni yakalasalar parçalayacak olan hastalarım var. Gitme
diyen. Benim de bir seçim yapmam gerekiyordu. Hekimlik yaparken o
biyolojik yapıda oluşan durumları düzeltmek için veya halk sağlığı
açısından baktığımız zaman insan ve toplum sağlığı üzerinde etkilerine
ilişkin birçok çalışmaya dahil oldum. Ama eğer siyasetin, devletin
sağlığı bozuksa, yani idari yapı bir altüst oluş yaşıyorsa, insanla,
toplumla devlet arasındaki o temel sözleşmelerin bütünü yara almışsa,
yaşadığınız coğrafyada tüm bu kavramların ötesinde yaşam hakkına gasp
eden veya insan onurunu rencide eden bir sürü uygulamaların tanığıysanız
burada da ciddi anlamda devletin, siyasetin sağlığında sorun vardır.”
Barış atmosferine ihtiyaç var
Sağlığın çok geniş ölçekli bir şey olduğunu ifade eden Mızraklı, “İnsanın biyolojik, ruhsal, sosyal iyilik halinin yanı sıra siyasal
iyilik halini ekledik. Çünkü sosyal ve siyasal iyilik hali aslında
barış atmosferidir. Yani biz insanlar barış atmosferinde daha çok insan
olduğumuzun farkına varırız. Barışın olmadığı savaş koşullarında insan
olmanın meziyetlerini de yitirmeye başlarız. Elele vermeyi unuturuz,
içimizi hırs ve rekabet kaplar, kutuplaşmaya başlarız. Barış
atmosferinde sevgi, insana hürmet, fedakarlık, vicdan gibi meziyetlerin
ortaya çıkmasını beraberinde de estetik sanatsal yanının güçlenmesini
getirir. Bakın son yıllarda sanat bitiyor. Kentler beton binalarla doldu
ama bir tane sanat eseri yok. Bir müzik veya resim sergisi gibi şeyleri
unuttuk. Her toplumsal durum veya devletin almış olduğu pozisyon
kendine özgü bir takım şeyler çıkartıyor. Sanatın da sağlığı bozuk. Bir
coğrafyada sanat yoksa, estetik yoksa insanlar o ince yanlarını,
ayrıntılarda muzipliği yakalayan, önemli belirlemeleri artık görmemeye
başlarlar ve hayat çok daha kaba saba bir şeye dönüşür. Dolayısıyla bu
duruma müdahale etmek lazım. Değiştirebiliriz, dönüştürebiliriz,
yarınımıza sahip çıkmak istiyorsak bugün herkesin safını bulması
gerekiyordu. Ben de safımı bulmaya çalışıyorum.
Sevgi ve şefkatte cimri olmayın
Hastalarıyla dostluk ilişkisinin ötesinde bir aşk ilişkisi
yaşadığını söyleyen Mızraklı, “Diyarbakır’da binlerce insana aşığım
onlar da bana aşık. Çünkü beklentisiz, içerden içeriye, kalpten kalbe
olan bir ilişkiyle insanlara yaklaştım. Meslektaşlarıma da hep şunu
söyledim: Her şeyde cimri olsanız da sevgi ve şefkatinizde cimri
olmayın. Bizim analarımızdan evlatlarımıza kadar insanlar her zaman
sevgiyle zenginleşebilirler. Sevebilmek ve sevilebilmek insanı
zenginleştiren, insan yapan en büyük değerdir. İnsanlığımız orada açığa
çıkıyor. Nasıl ki kendi siyasal sürecimizde kadın devriminden
bahsediyorsak; esasında yeni bir insan da ortaya çıkıyor, yeni babalar,
yeni anneler, yeni evlatlar da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu toplum
değişiyor. Çoğaldığımı, çoğaldığımızı görüyorum. Bir toplumun her zaman
sahip olduğu olumlu güzel değerler vardır ama bazen çoğaltan değerler varken
toplumu kahreden değerler de vardır. Bu olumsuzlukları eksiltilme
sürecine dönüştüğü zaman toplumlar ileriye gidebiliyor” diyor.
Almanya örneğini veren Dr. Mızraklı, “Alman toplumu 2.
Dünya Savaşı’nda halklara yaşattığı o vahşetten dersler çıkartarak,
bugünkü barış ve huzur içinde yaşayabilme kapasitesine sahip toplumsal
dönüşümü yapabilmiştir. O yüzleşmeyi yaşamıştır. Aynı şey bizim için de
geçerli. Bir takım hatalı ve ayrık şeylerle yüzleşmeyi yaşarsak bunu
meslek insanı olarak, bir baba olarak, sokakta yürürken bir yurttaş
olarak yapabiliriz. Kendinde sorumluluk bilen, hayata müdahale eden bir
kişi olarak her düzeyde yapabiliriz. Buna biraz inanmak lazım. Herkesin
bir cevheri vardır o cevheri açığa çıkartmak lazım. Bunu hep beraber
başaracağız” diye belirtiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder