“Devlet” insanların yaşamına girdiğinden bu yana,
her zaman birilerinin diğerleri üzerinde baskı, zulüm, ve tasarruf aracı
olarak kullanılmıştır. Devletin özünde bu vardır. Devlet ilk ortaya
çıktığında doğrudan bir veya bir kaç kişinin denetiminde olan bir aygıt
olarak kullanılıyordu. Dönemin tanrı-kralları toplumun diğer kesimlerini
köleleştirip askerlikten-işçiliğe her türlü işte çalıştırıyorlardı.
Tabi devlet “nimetinden” yararlanan bir kesimi de kendi etrafında
örgütlüyordu. Kölelerine öbür dünyada “cennet” vaat ederken etrafında
örgütlediği kesimlere ise bu dünyada rahat bir yaşamı vaat ediyordu.
İlerleyen dönemlerde ise sürekli olarak tanrı kralın yetkisi daralırken,
devlet “nimetinden” faydalanan sayısı artıyordu. İlerleyen yıllarda
devlet sırasıyla bir çok farklı biçimlerde varlığını sürdürdü. Devlet,
bir dönem hanedanların yani aynı “kandan” olanların bir dönem ise bir
mezhep etrafında toplanan “peygamber halifelerinin” kontrol ettiği bir
oluşum oldu. Fransız ihtilali sonrası ise devlet bu kez de belli bir
kesimin “tek millet, tek bayrak” sloganı etrafında örgütlenip ellerinde
tuttuğu ve o “tek”e dahil olmayan her toplumsal kesimi sömüren, zulmeden
bir suç örgütü olarak kendisini korudu.
Kısacası
tarih boyunca süre gelen bu devlet anlayışının ortak yönlerinden biri de
şuydu ki; bu devletler daima bir kesimi diğerlerinden “gasp”
ettikleriyle “ihya” ettiler. Devletler çoğu zaman varlıklarını ve
aktivitelerini korumak için askere ihtiyaç duydular. En güçsüz devlet
dahi, daima kendini güçlü bir orduya, köklü bir tarihe, ve kutsal
saydığı bu devlet için “şehit” düşmüş binlerce kişiye dayandırdı. Ne
için savaştığını dahi bilmeden “devletler” adına, savaşlarda birçok
insan katledildi, öldü, öldürüldü. Geride kalanlar ise devletler
tarafından daima “onure” edildiler. Çünkü ölenlerin ardında kalanlar
ancak böyle avunabilirlerdi.
Bügün
savaşın en yoğun yaşandığı Zagroslar’da da tam olarak ne için
savaştığını bilmeden, para için bu uçsuz bucaksız dağlara gelmiş, ya da
getirilmiş onca Türk askeri var. Bizim de şahit olduğumuz kadarıyla Türk
ordusu tüm savaş teknolojisini gerillalara karşı kullanmasına rağmen,
gerilla güçleri hemen hemen her gün Türk ordusuna ağır kayıplar
verdirmektedirler.
Türk medyasına, ölüm haberleri yansımayan bu “sözleşmeli
er”lerin yaşamlarına, akrabaları, arkadaşları tanık iken, ölümlerine ise
bu dağlar, yerel halk ve gerilla güçleri tanık. Biz ise hiçbir şey
görmesek dahi gün içinde bu “sözleşmeli erlerin” cenazelerini kaldıran
“Skorsky”lere rastlıyoruz.
Sonra aklımıza Türkiye’de hep tartışma konusu olmuş olan
“kimsesizler” geliyor. Bir şekilde ailelerini kaybedip, sözde devlet
güvencesine alınan ancak çocukluktan devletin kirli işlerini yapmak için
eğitilen çocuklar olduğu daima Türkiye’de bir tartışma konusu olmuştur.
Daha uzun yıllar boyunca da tartışma konusu olacak gibi durmaktadır.
Fakat bu bahsettiğimiz “sözleşmeli er”lerin, anneleri, babaları yaşıyor
olsa da kimsesiz oldukları bir gerçek.
İnsan şöyle
etraflıca düşündüğünde böylesi bir faşizmin kendi “uğruna ölen”
askerleri dahi “yok” sayması hiç “yaşamamış”, “var olmamış” saymasından
daha kötü ne olabilir ki! Acaba oğullarını, akrabalarını, çocuklarını bu
dağlarda para için gönderenler, gidenlerin ardından ne ile avunurlar?
Welat KÜRECİK
Yorumlar
Yorum Gönder