Geçen haftayı Tezer Özlü’nün Leyla Erbil’e yazdığı
mektuplarla noktaladım. Basit cümleler ve hıçkırır gibi yakınmalarla
daldığı karanlık suları anlatıyordu Özlü.
Tezer Özlü, yaşarken üç farklı kitap yayınladı.
Yaşamın anlamını arıyordu. Kendi gibi düşünen ya da
kendini başka metinlerde tanımlanmış bulmaktan hoşlanıyordu. Onun için
Sevevo, Kafka ve Pavese vazgeçilmez üçlüydü. Bu üç yazarı okurken onlara
kendi yarasını da gösteriyor, onların yaralarında kendini sağaltıyordu.
“Çünkü (başka şeyler arasında) sanatçı için dayanılmaz bir şey varsa, o da başlama duygusunu yitirmesidir. “
Pavese, Tezer Özlü’ye başlama duygusunu aşılamıştı.
Leyla Erbil’le mektuplaşmalarında o başlama anının tüm
detaylarını ve çevresini rahatlıkla görebiliyoruz. (Tezer Özlü’den Leyla
Erbil’e Mektuplar, YKY yay.)
Bu mektuplar arasında çok fazla büyükkent/metropol telaşı
var. Leyla Erbil tam olarak ne diyor bilemiyoruz, ama Tezer Özlü mesela
yaşadığı toplumu ve edebiyat anlayışını sürekli eleştiriyor.
“Cahiller”in elinde tutsak edilmiş bir edebiyatı anlatıyor ve köy
edebiyatına pek de “edebiyat” demiyor. Öte yandan her bireyin
çözümlenemeyecek yeni bir dünya gibi göründüğünden söz ediyor.
Sözcükleri seçerken titiz davranan Özlü, iş onları cümle içinde
kullanmaya gelince daha bir savurgan. Manik-depresif tarafının edebiyata
kazandırdığı bir özellik olmalı: İyiyken hızla kötüleşebilmek ya da tam
tersi…
22 Mayıs 1984’te Erbil’e yolladığı mektubunda, 1984’te
hazırlanan Aydınlar Dilekçesi ile ilgili bölüm var, tutuk kaldığı. 15
Mayıs 1984’te yakın tarihin cesaret öyküsü olarak tanımlanan bu dilekçe
ve dilekçecileri hakkındaki yaklaşımı, Özlü’yü herkesi kucaklayan bir
yazar olmanın dışında bırakıyor. Aralarında Aziz Nesin, Uğur Mumcu,
Erbil Tuşalp, Haluk Gerger, Bahri Savcı, Mahmut Öngören, Mete Tunçay,
Gencay Gürsoy, Vedat Türkali, Özay Erkılıç, Vecdi Sayar, Onat Kutlar,
Atıf Yılmaz, Başar Sabuncu, Erdal Öz, Turgut Kazan’ın da bulunduğu
isimlerin imzası olan dilekçe Özal tarafından yasaklanmıştı.
12 Eylül rejimi darbe sonrası ilk genel seçimle
“sivilleşme” mesajı veriyordu, ama Kenan Evren cumhurbaşkanıydı, MGK ise
ömür boyu dokunulmaz kılınmıştı.
Aydınlardan birkaçı Cumhurbaşkanlığına gidip, dilekçeyi
sundu. Ve hemen ardından Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yayın yasağı
getirildi. Ve soruşturma açıldı. Bugünkü gibi, imzacılar bulundukları
illerden birer birer tutuklanıyordu! Bu arada aydınlar dilekçesi falan
diyoruz ama 1383 imzacının içinde İbrahim Tatlıses ile Türkan Şoray da
vardı!
Metnin içeriği bugünü anlatıyordu adeta!
Aralarında çok sayıda edebiyatçının bulunduğu dilekçeye Tezer Özlü’nün yanıtını yine Leyla Erbil’e yazdığı mektuptan okuyalım:
“O aydınların birçoğu senin, benim anladığım anlamda aydın
değil, onlar lokal aydın, lokal yazar. Sen uluslararası bir aydın ve
yazarsın, onlardan ayrıldığımız nokta bu. Harald’ın Mahmut Makal’a
Berlin’de sorduğu gibi:-Siz hangi köyün yazarısınız? Onlar da o kentin, o
muhtarlığın aydınları Leyla’cığım.”
Leyla’nın Tezer’e yanıtını okuyamıyoruz yine. Ama
mektupların önsözünde Tezer Özlü’nün Avrupa’ya gidişinin ülkedeki ağır
sosyal kanamalardan, kışkırtılan toplumsal şiddetten, korkudan
kaynaklandığını düşünüyor Leyla. Bu kafa karışıklığını geçmişten alıp
bugüne uyarladığınızda, karşınızda dönem yazar ve sanatçılarının
(aydın-münevver) güç karşısındaki konumlanışını bulursunuz.
Değişen tek şey mektubun yerini kısa mesajların aldığı
telefonlar vs. Popüler bir oyuncunun “sanatçının ideolojisi olmaz”
pragmatizmine gönderme yapmak istedim, eskinin yaşanmışlıklarıyla.
Durum aynı.
Maalesef…
Yorumlar
Yorum Gönder