Abdurrahman AYDIN
Frantz Fanon’un siyasal teorideki ayırt edici niteliğinin
ne olduğu sorulsa, hiç düşünmeden “Sömürgelerdeki karşılaşmaların
oluşturduğu kimlik biçimlerini ulus siyaseti ekseninden narsisizm
siyaseti eksenine kaydırmasıdır” yanıtını veririm. Çünkü bu eksen
değişikliği, sömürgeli kimliğin oluşumunda sömürgelinin de pay sahibi
oluşunu ortaya koyar. Sömürgeli kişiliği, beyaz olma arzusu nedeniyle
kendi öz-yıkımında pay sahibi olan bir kişilik biçimi olarak
tanımlıyordu Fanon. Böylelikle arzunun yapısına ilişkin de son derece
verimli ve o güne kadar pek de keşfedilmemiş bir alanı açıyordu. Arzu,
zaten doğası gereği imkânsızın arzulanmasıdır. Yani Fanon’un dünyasında
ve düşüncesinde ‘siyahlık’ bir metafor değil, bir gerçeklikti. Derisi
siyahken derisinin beyaz olmasını arzulayan, bu nesneye sahip
olamayacağının imkânsızlığı bilinciyle arzusunu beyaza yönelten, beyazı
arzulayan bir kişilik biçimi… Yani özne, aslında narsistik bir libidinal
yatırım yapmaktadır. Çünkü beyaz olmanın imkânsızlığı içinde beyazı
arzulayan siyah, aslında beyaz tarafından arzulanan bir varlık olmayı
dilemekte, böylelikle de başkasının arzusunu arzulamaktadır. Arzu daima
başkasının arzusudur.
Bu hat, sömürgeli narsistik şahlanışların kendilerinin de
sömürgecilerin narsistik siyasal-söylemsel biçimlerinin bir başka
versiyonu olarak belirmekte olduğunu görünür kılar. Yani en nihayetinde
başkasının (burada sömürgecinin) arzusuna eklemlenerek kendisini var
kılabilen bir arzu söz konusudur. Yani bazen son derece radikalmiş gibi
görünen söylem ve konumlar, aslında o kadar da radikal değildir ve
öznenin tam bir narsisizm içerisinde muazzam bir devrimci kopuş olarak
görüp böyle sunmaya çalıştığı şey de gerçekte bir kopuş olmaktan ziyade
sömürgeciden devralınmış bir narsisizm biçiminin yeniden üretilmiş bir
başka versiyonudur.
Fanon bir ulus ve bir medeniyet adına aşağılayıcı bir
biçimde parmak sallayan figürlerin ve söylemlerin, gerçekte ulus ve
medeniyet konumlarından değil, beyaz kimliğin narsistik kuruluşundan
kaynaklanmakta olduğunu gördüğü için bu eksen değişikliğine gidiyordu.
Bu çerçeve içerisinde, bir ulus adına parmak sallayanlar ile sadece
ulusun adını değiştirerek parmak sallayanlar (özellikle de Barzani
çizgisine yakın tiplerin bu parmak sallama işine soyunmaları bile çok
şey anlatmıyor mu?) arasında, yapısal mekanizma bakımından o kadar da
uzun boylu bir fark olmadığı görülecektir. Kürt Ulusu adına Kürtlere
parmak sallamak kadar abes bir konumun ortaya çıkmasına neden olan olgu
da bu yapısal arzu mekanizmasıdır.
Bu parmak sallama jesti, çirkin bir iktidar arzusunu da
açığa vuruyor. Kürt ‘ulus’u adına Kürtlere parmak sallayanların
çoğunluğu, gerçekte, Kürtlerin uluları olmak istiyor; ama bunun suçunu
ve sorumluluğunu da yine başkalarının üzerine yıkıyorlar. Aslında
kendileri sivrilmek istedikleri için başkalarına saldırıyor, ama
başkalarını sivrilme arzusuyla itham ediyorlar. Çünkü Iris Murdoch’un da
mükemmel bir berraklıkla belirttiği gibi, “Suçluluk duygusu çoğu kez
ithamlardan kaynaklanır, suçlardan değil.” Ve evet, kendinden başka
herkesi suçlayan herkes, emin olunsun ki değişim dönüşümün değil,
‘suçlama makamına’ ve dolayısıyla ‘iddia makamına’ oturmanın peşindedir.
İşte görüldüğü üzere, çoğu zaman kendilerini bir tür mutlak kopuş
fikriyle donanmış olarak sunup, neredeyse başka herkese dönük
saldırılarını da buradan kuran özneler, bir anda bir hukuksal, daha
doğrusu bir resmi-hukuksal pozisyonda beliriveriyor: İddia makamı, yani
‘Savcı!’ Hem resmi söylemin gözünde suçluysam, hem de bu söylemden
mutlak anlamda kopmuş olduğunu iddia edenin gözünde suçluysam, sözde
birbirinden kopuk iki söylem de beni suçluyorsa, bu ikisi arasındaki
gizli bir ideolojik işbirliğine işaret eder bu olgu. Bu ‘düşman
kardeşlerin’ belki kendilerinin bile farkında olmadıkları
ideolojik-söylemsel bir işbirliği…
Doğrusu, olan biteni ve olan bitenle birlikte kendisini,
kendisinin deneyimlerini kavramaya çalışan birinin, yani etkinlik
halindeki birinin dönüp başkalarını suçlamaya da pek vakti kalmaz; bir
belgeselde bir gerillanın dile getirmiş olduğu üzere, “içinden geçip
gider”. Bir duyarsızlık durumu değildir bu; aksine bir etkinlik halidir.
Durmaktır insanı çürüten, hareket değil. Statüko denilen şey de zaten
durup kalmak üzerinden bulmaz mı tanımını? Cesaret bulaşıcıdır, evet,
ama ne yazık ki çürümek de bulaşıcıdır ve bu anlamıyla çürümeyi yukarıda
yapısını çözümlemeye çalıştığım örtük, bulanık işbirlikleri başlatır.
Bu yapıdan çıkış olmadığı kanaatinde değilim, ama olmadığını varsayalım.
Bu durumda da neden birilerini savunmaya ya da birileri için ve
birilerine tanıklık etmeye eğilim gösterilmesin ki? Sanırım tanıklığın,
elden pek bir şeyin gelmediği durumlarda, insanı bir tür suç ortağına
dönüştürmesinden kaynaklanıyor bu durum. Ama böyleyse bile, herkes aynı
oranda suçludur. Belki de bu suç mübadelesine, sürekli suçu birilerini
üzerine yıkma biçimindeki bu değiş tokuşa bir son vermenin zamanı
gelmiştir artık.
Yorumlar
Yorum Gönder