Ahmet KAHRAMAN
Türk devletinde iktidar aktörleri, ilk defa, 14 Mayıs 1950
tarihinde yapılan seçimle değişti. O tarihten beri iktidarlar, askeri
darbeler devri hariç, seçim sandığı ile değişti. Kitleleri, kulağa hoş
gelen vaadlerle büyüleyip kendini beğendiren siyasi partiler, egemenlik
sofrasının efendisi oldular.
Ancak, şu bir gerçek ki, hiç biri sözünün eri, takipçisi
olmadı. Vaadlerinin ardında durmadı. Bu bir kandırmaca ve dolandırıcılık
ama, Türk tipi siyasetinin anatomisi böyledir. 1950’den beri, her biri
ayrı ayrı, geride aldatılıp dolandırılmış bir kitle bırakarak, askeri
darbe ya da sandıksal yenilgiye kadar yoluna devam etti.
Günümüzde, AKP iktidarı, dolandırıcılar geleneğinin son örneğidir.
Oysa, hareketin lider Recep Erdoğan, 16 yıl önce (Eylül
2002), iktidar adayı partinin seçim bildirisi (vaadler listesi) ile
sahneye çıkarken külhani, ama çok “insan” ve de çok “insani” idi. Çünkü
“dinci değil” dindar görünüş ve kelamlıydı. Dindar adam, Allah’tan
korkandı. Vicdanlı ve de, kuldan utanan yüzlüydü. Bu yüzden şek ile
şüpheye yer bırakmayacak kadar inandırıcıydı!..
Kendisi de, yalınayak olarak gecekondudan gün ışığına
çıkmıştı. Yeme ve içmeye aç, ayağında dibi delik ayakkabı ile sokaklarda
bağıra bağıra su, simit satarak büyümüştü. Yani, yoksullardan bir
yoksul kökenliydi.
Dürüstlük konusunda, o kadar ısrarcıydı ki, parmağındaki
evlilik yüzüğünü havada döndürüp ışıldatarak, “bundan fazlasına sahip
olursam, bilin ki hırsızlıktır” diyor ve devam ediyordu.
Ne ezen, ne de ezilen olacaktı, iktidarlarında. İnsanlar
arasında dünyaya bakış, inanç ve düşünce ayırımı yapılmayacak, korku
(terör) devleti baskılarına son verilecek, askerlerin postal (vesayet)
izleri silinecek, Kürtler temel hakları teslim edilmiş olarak, özgürce
yaşayacaklardı.
İktidarların ilk dört yılında da, düşünce ifade etme
özgürlüğü ve yaşama biçiminin dokunulmazlığı konusunda, sınırsızca
cömertti.
Gazetecilere, yazaralara saygı normalin de üstündeydi.
Recep Erdoğan, Hasan Cemal‘e, “Hasan abi” diye hitap ediyor, Mehmet
Barlas’a yanaklarını okşatıyordu. Ömrü boyunca takip altında yaşamış,
mahkeme koridorlarında süründürülmüş Çetin Altan’ın boynuna devlet övünç
madalyası asıyor, yaptığı konuşmada yazarlara zulüm döneminin
kapandığını müjdeliyordu. Yaşar Kemal, madalya almak üzere davet
edildiği Cumhurbaşkanı köşkündeki konuşmasında, “Kürtlerin hakkını, eşek
gibi vereceksiniz” dediğinde, gülümseyerek onu alkışlıyordu.
Evet, özgürlükler rüzgarı esiyordu, ortalıkta. Kürtlerle
yüz yıllık savaşı sona erdirmek için, “analar ağlamasın” sloganıyla
barış masası kurulmuştu. Recep Erdoğan, bu derekede “insani” ve
“insaniyetli” idi, yani.
Havada dolandırıcının kurnazlık esintileri, ağzının kenarında da kandırma izleri hiç yoktu.
Ama, nihayetinde her dolandırıcı gülüşünün bir ömrü vardı.
AKP Recep’i de 2010 yılından itibaren bu sürece girip ağırdan ağıra
değişim ve başkalaşıma başladı. Bir zamanların açlık çeken, yarı çıplak
ayaklı gecekondulu çocuk, günün birinde oğulları, damatları, kardeşi,
eniştesi ile ayrı ayrı hesabı bilinmeyen birer servetin sahibi olarak
karşımıza çıktılar.
Recep’ten bir diktatör yaratılmıştı. Artık yiyeceği
kadarıyla yetinmiyordu. Kurtlar gibi hepsinin efendisiydi. Başkasının
hakkı, hukuku yok, onun arzuları vardır. Emirleri kanundu. Hayatı o
belirliyordu. Faşist rejimin, “tek lider” düzeneğinin baş efendisiydi…
Bir zamanlar yere, göğe oturtamadığı gazeteciler, yazarlar
düşmandı, artık. Kendisini yaratanlardan Nazlı Ilıcak, yükselişinde
destek olan Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, ömür boyu hapse mahkumdur,
bugün. 10 bini Kürt, yüzbin muhalif mahpustur. 114 bin kişinin işine,
mesleği, servetine el konulmuştur.
Onun dünyasında, artık Kürt, dolayısıyla Kürt sorunu
yoktur. Canı alınacak, zindana atılacak Kürtler vardır. Bir zamanlar,
barış masasını kuran adam, kanlı kılıcını havada ışıldatandı. İçeride,
Kürtlere parsel parsel yasakladığı Kürdistan yerden ve havadan
bombalanarak kırım yapılıyor, şehirler insan başına yıkılıyordu.
Ortadoğu’nun gezgin katilleri, tecavüzcü, hırsız ve gaspçı çeteleriyle
Kürt karşıtı iş ve güç birliğini protesto için, sokağa çıkan Kürtlerden
43 tanesini katlediliyordu. Recep Erdoğan katiller tahrik edilmiş gibi,
meydanlarda Selahaddin Demirtaş’ı suçlu ilan ediyordu.
Öte yandan Kürt ırkına düşmanlığı sınırdan taşıyor, Recep
kendisine “biat” etmeyen yer yüzünün bütün Kürtleri terörist, kendini de
teröristleri bastırıp ortadan kaldırmak, yok etmekle görevli “baş Türk“
ilan ediyordu. Bu amaçla Efrîn önleri ve Rojava “el”lerinde
seyrettiğimiz şekilde Ortadoğu haydutlarıyla iş tutuyor, onlara da
“başkomutanlık” ediyordu.
Gecekondulu fukara çocuktan türeyen zalimin, iki halkı da siyaseten kandırma ve dolandırma hikayesinin özeti böyledir.
Kürtleri ilgilendiren manzara, bütünü ile tiksindiricidir.
Zalim’in ulaşabildiği bütün Kürdistan parçalarında hayatın tekmil
damarları kesik, anıtları, müze, anıt ve mezarlıklarıyla enkazdı. Toprak
kan kokuyordu. İsyancı Kürtlerin kini, tiksintiye dönüşmüştü.
Bunlardan biri de Cizreli Emine Çağırga idi. 10 yaşındaki
kızı Cemile gözleri önünde vurulmuştu, Emine Çağırga’nın. Gömülmesine
izin verilmedikleri için, kokmasın diye yavrusunun cesedini günler boyu
soğutucuya yatıran Çağırga, sandığa akacak Kürt isyanının dalgalarını
izah ediyordu:
“16 yıl boyunca, zulümden başka bir şey görmedik.
Çocukları, yaşlı insanları öldürdüler. Taybet ananın ölüsü, günlerce
sokakta kaldı. Dünya durdukça bunları unutmayacağız!..”
Hadi Kürt, sıra sende. Gün, bu kanlıyı evinden defetme günüdür, Pazar.
Yorumlar
Yorum Gönder