İngiliz stratejisi




Güç mücadelesinin önemli merkezlerinden biri olan Ortadoğu’ya İngiltere’nin pratik olarak girişi Osmanlı Devleti’nin Almanların yanında savaşa dahil olmasıyla gerçekleşti. Daha öncesinde de İngiltere Ortadoğu’da inisiyatif almakla beraber doğrudan müdahale etmemişti. Ancak savaş sonrasında Ortadoğu önemli ölçüde İngilizlerin kontrolüne geçti.
“Doğulu ulusların tarihine bir bakın, kendi kendini yönetim konusunda hiçbir ize rastlamazsınız. Bizim işimiz yönetmekse, minnettarlık görsek de görmesek de, onlara sağladığımız nimetler hakkında bir fikirleri olsa da olmasa da yönetmek görevimiz.”

1910’da Avam Kamarası’nda Arthur James Balfour’un konuşmasından…


                                                  1.BÖLÜM

Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İngiltere ziyareti; ziyaret sırasında ve sonrasında yaşananlar Türkiye/İngiltere ilişkilerini yeniden önemli hale getirdi. Brexit sonrası kendi içine çekilme eğilimi gösteren İngiltere ve her geçen gün AB ilişkileri daha da kötüleşen Türkiye’nin ortaya koydukları yakınlaşma çabası son dönemin önemli olaylarından biri olacak gibi gözüküyor.

Avrupalı diğer liderler Erdoğan’a hummalı muamelesi çekerken, İngiltere’de Erdoğan’a en üst seviyede gösterilen ilgi kimsenin gözünden kaçmadı. Üç gün süren ziyaret boyunca Erdoğan adeta yıllar sonra yeniden görücüye çıkmış gibiydi. Erdoğan, Başbakan Theresa May ve İngiltere Kraliçe’si II. Elizabeth’le yaptığı resmi görüşmelerin yanı sıra önemli ekonomi çevreleri ile de görüştü.
Erdoğan’ın İngiltere ziyaretine eşi dışında; Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş ve Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli de katıldı.
Sıkıcı olduğunu bilmeme rağmen yukardaki listeyi özellikle eksiksiz yazmak istedim; Avrupa’nın geri kalanında neredeyse istenmeyen adam ilan edilme noktasına gelen Erdoğan ve Bakanları İngiltere’ye neredeyse bütün kabine olarak giderek bir tür şov yapmak istediler.


Erdoğan neden İngiltere’ye gitti?
Yukarda adını saydığımız bakanlar arasında en önemlisi Ekonomiden Sorumlu Mehmet Şimşek’ti. Uluslararası piyasalardan artık istediği gibi kredi bulamayan Türkiye dünyanın en önemli finans merkezi olarak kabul edilen İngiltere’de sadece siyasi olarak değil asıl olarak ekonomik olarak görücüye çıkmıştı.
Para bulmak için hazine garantisinin de artık çok etkili olmadığı bir dönemde İngiltere, Türkiye’ye yeniden uluslararası piyasalarda kendini anlatma, onlarla doğrudan ilişki kurma olanağı sağlamıştı.
Öğlen yemeğinde önemli fon temsilcileriyle bir araya gelen Erdoğan ve ekibi görüşmeleri basına kapalı yapmak zorunda kaldı. Her şeyi şova dönüştürmekte pek bir maharetli olan Erdoğan bu kez İngiltere ziyaretinin asıl nedenini gözlerden kaçırmaya çalıştı.

Yemekte bir araya gelinen şirket ve fon yetkililerinin kim olduğuna bakınca Erdoğan’ın neden İngiltereye gittiğini de kolaylıkla anlıyorsunuz; “AXA, Credit Suisse, Bluebay, Invesco, Goldman Sachs AM, Fidelity, LGIM, Morgan Stanley, Blackrock, Amundi, JP Morgan, ING, BAE Systems, Edentree, HSBC, Standard Chartered, EBRD, Deutsche Bank, Aviva, Rabobank, Threadneedle, Vanguard ve CitiGroup, Vitol ve Asthenius Capital…
“Para bulmanın kolay olduğu yıllarda, yakın çevresini ve yandaşı fonlayan Erdoğan işler tersine döndüğünde, artık çalacak kapı kalmayınca kapalı kapılar ardında para bulmak için hangi vaatlerde bulundu!” bunu uzun bir süre tam olarak bilemeyeceğiz. Fakat orada konuşulanların Türkiye halklarının lehine olmadığını şimden öngörebiliriz.

Mehmet Şimşek ekonomi dünyasının kendi içinde genel kabul gören kurallarına uyacakları konusunda güvenceler verip; güven tazelemeye çalışırken; Erdoğan egosuna yenilip Mehmet Şimşek’i boşa düşürüyordu. Erdoğan, Londra’da Bloomberg TV’ye verdiği mülakatta aslında Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tanımadıklarını, bunun kendileri için neredeyse hiçbir öneminin olmadığını ifade etmekte hiç bir sakınca görmedi.
Şöyle diyordu Erdoğan, “Tabii ki Merkez Bankası’nın bağımsızlığı söz konusu. Ama Merkez Bankası’nın bağımsızlığının gereği ile kalkıp, herhalde yürütmenin başı olan bir başkanın burada vermiş olduğu sinyalleri bir kenara koyacak hali yok. O da tabi buna göre değerlendirmelerini yapacaktır, adımlarını buna göre atacaktır.”

Erdoğan açıkça Türkiye’de her şey benim; ne yargının, ne yasamanın bağımsızlığını; ne de Merkez Bankası gibi kurumların otonomisini tanımam diyor. Erdoğan bunu çok gerilimli olduğu ülkelere de söylüyor; İngiltere gibi ilişkilerde yeni sayfa açmak istediği ülkelere de söylüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İngiltere Başbakanı Theresa May görüşmesinden sonra yapılan ortak basın toplantısında May’in “Türkiye’yi gerçek dost olarak!” nitelemesi, hemen arkasından da “Türkiye’nin darbe girişimi, Suriye sınırında yaşanan istikrarsızlık ve Kürt terörü nedeniyle olağanüstü baskı altında kaldığını” söylemesi böyle bir dönemde oldukça önemlidir.
Türkiye’nin uluslararası planda geleneksek Kürt siyasetinin karşılık görmediği böyle bir dönemde İngiltere Başbakanı’nın çok genel Kürt terörü ifadesini kullanmasını Erdoğan rejimine ve Türk devletine verilmiş kuvvetli bir mesaj olarak okumak gerekir.

Asıl soru şudur; İngiltere bunu neden yapıyor ve dar anlamda Erdoğan rejiminden daha genel anlamda Türkiye’den beklentisi nedir? Bu yazıda biraz bunlara cevap bulmaya çalışacağız. İngiltere/Türkiye ilişkileri oldukça geriye giden bir maziye ve; tarihden, kültüre, ekonomiye, siyasete uzanan çok geniş bir alanı ifade ediyor. Hepsini bu yazıya sığdırmanın olanağı yok; biz burada biraz geriye giderek güncel olanı sorgulamaya çalışacağız.



Ortadoğu ve İngiltere
İngiltere’nin Ortadoğu’ya ilgisi Hindistan’ı sömürgeleştirmesiyle başlar ve daha sonra bu ilgi petrolle birlikte artarak devam eder. Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi İngiltere’nin dünya siyasetini önemli ölçüde değiştirir. Bundan sonra İngiltere önceliği Hindistan’ın problemsiz yönetilmesi ve Hindistan’a giden yolların güvenceye alınmasına verir.

Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi sonrası İngiliz bilim insanları yoğun bir biçimde Hindu kültürünü araştırmaya başladılar, fakat daha sonra sadece Hindu kültürünü araştırmanın tek başına yeterli olmayacağı bunun yanın sıra İslam kültürünün de bilinmesi gerektiğinin farkına vardılar.
18. yüzyılda başlayan Asya çalışmalarıyla bölge bütün yönleriyle incelenmeye başlanmış bölgenin; kültürü, dili ve dini antropoloji bilimiyle incelenmeye alınmıştır. Zamanla bu çalışmalar bir sistematiğe kavuşturulmuş üniversitelerde enstitüler kurulmuştur. Bununla Arap ve İslami olanın örgütlü bir biçimde incelenmesi, öğretilmesi ve varılan sonuçların bir kuşaktan başka bir kuşağa aktarılması sağlanmıştır.

Zamanla İngiltere’nin Doğu’ya karşı kurduğu üstünlük büyük bir kibire dönüşür ve uzun bir süre ilişkileri bu yukarıdan bakış belirler. İslam ve diğer Doğu toplumlarında bu kibirli yukarıdan bakışı bir süre sonra İngiltere nefretine dönüşmüştür.

Günümüze kadar süren Doğu/Batı geriliminin bir tarafının sözünü ettiğimiz kibir/nefret retoriği olduğunu söyleyebiliriz. 1910’da Avam Kamarası’nda Arthur James Balfour’un konuşmasındaki şu sözleri Batı’nın Doğu algısına iyi bir örnektir:

“Doğulu ulusların tarihine bir bakın, kendi kendini yönetim konusunda hiçbir ize rastlamazsınız. Bizim işimiz yönetmekse, minnettarlık görsek de görmesek de, onlara sağladığımız nimetler hakkında bir fikirleri olsa da olmasa da yönetmek görevimiz.”

Bu ifade Türk egemenlerinin Kürtlere yaklaşımına ne kadar benziyor değil mi? Her defasında Batı karşıtlığı ve müslümanlık üzerinden halkı manipüle edenler; neredeyse kendilerini İngiliz ve Batı karşıtılığı üzerinden tanımlayan sözde sahtekar anti emperyalistler, söz konusu kendi egemenlikleri ve Kürtler olunca nefret ettikleri Arthur James Balfour gibi konuşmaktan hiç utanmıyorlar.

Onlar da tıpkı İngiltere’nin sömürgelerde anlattığı yalanlarla halkı kandırmaya çalışıyorlar: Kürtlere “Sizin hiçbir zaman bir devletiniz olmadı, kendinizi yönetmediniz, siz isteseniz de, istemeseniz de, bunun için bize minnettar olsanız da, olmasanız da sizi yönetmek bizim görevimiz!” diyorlar.
Aslında burada çok açık bir tarihsel süreklilik var; fakat bu tarihsel süreklilik İngiliz’lerle Araplar veya Türkler arasında değil; mazlum olanla zalim olan arasında. Zalimler her yerde aynı dili kullanıyorlar.

Tarih boyunca güç mücadelesinin önemli merkezlerinden biri olan Ortadoğu’ya İngiltere’nin pratik olarak girişi Osmanlı Devleti’nin Almanların yanında savaşa dahil olmasıyla gerçekleşti. Daha öncesinde de İngiltere Ortadoğu’da inisiyatif almakla beraber doğrudan müdahale etmemişti. Ancak savaş sonrasında Ortadoğu önemli ölçüde İngilizlerin kontrolüne geçti.

Sömürgelere giden yollar
İngiltere, gücünün temelinin ticarete dayandığını bildiği için her zaman önceliği ticaret yollarının güvenceye alınmasına vermiştir. Bu bakımdan İngiltere açısından ticaret yollarının güvenceye alınması hayati öneme sahiptir. İngiltere savaş boyunca Süveyş Kanalı ve Kıbrıs’a özel önem verdi.
19. yüzyıl İngilteresi için Hindistan ve diğer sömürgelere giden ulaşım hatlarını korumak ve bu yolla ticari üstünlüğü devam ettirmek birinci öncelikti. İngiltere bu amaçlarına ulaşabilmek için Osmanlı Devleti ve İran’ın Rusya karşısında bağımsız devletler olarak kalmalarını sağlamaya çalıştı. Bu tampon devletler üzerinden sömürgelere giden geçiş yollarını Rusya müdahalesine karşı güvenceye almış oluyordu.

Mısır’da ortaya çıkan Mehmet Ali Paşa olayı İngilizlerin Osmanlı’ya ve Ortadoğu’ya bakışını ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. 1832 yılında Mısır’da güçlü bir yönetim ve modern bir ordu kuran Mehmet Ali Paşa ve Anadolu içlerine kadar ilerleyi başarmıştı. Marmara bölgesi hariç bütün Anadolu’yu kontrol altına alan Mehmet Ali Paşa güçleri ancak; İngilizler, Ruslar ve Fransızların ortak müdahalesi ile bölgeden çıkarılabilmişti.

Yine 1853’te Rusya’nın başlattığı Kırım Savaşı; İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın yanında savaşa dahil olmasıyla durdurulabilmişti. Rusya İngiltere’ye Osmanlı topraklarının paylaşılması teklifini yapmış, ancak İngiltere bu teklifi kabul etmemişti. Bunun üzerine Rusya tek başına harekete geçmiş fakat İngiltere ve Fransa buna karşı tavır alarak Osmanlı’nın yanında durmuşlardı. Bunun sonucunda Rusya durdurulmuş ve 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile savaş sona ermişti.

Rusya’nın teklifini İngilizlerin kabul etmemesinin nedeni; Ortadoğu’ya yerleşecek Rusya’nın kendi çıkarlarını tehdit edebileceği endişesiydi.




Mısır’ın işgali
1875 yılın Süveyş Kanalı’nın hisselerini satın alan İngiltere aradan yedi yıl geçtikten sonra 1882 yılında Mısır’ı işgal etti. Mısır’ın işgali modern tarihin en önemli sömürgecilik olaylarından birisi olarak kabul edilir.
İngiltere Süveyş Kanalı’nı güvence altına almak, bu ülkeyi Fransızlara kaptırmamak için işgal etmişti. Önce Mehmet Ali Paşa ile belki de Osmanlı’dan önce modernleşme sürecine giren Mısır’da süreç İngiltere’nin işgalinden sonra daha da hızlanmış Mısır zamanla Arap edebiyatının merkezi haline gelmişti.
Arap edebiyatı Osmanlı dünyasının Arapça konuşan diğer bölgelerine Kahire üzerinden yayıldı; böylece Arap toplumu arasında dile dayalı bir ulusal uyanış da başlamış oluyordu. Bu gelişme Mısır’ı dönemin anti emperyalist Arap milliyetçiliğinin merkezi haline getirmişti.
O yıllarda İngiliz ekonomisinin gelişiminde çok önemli bir yere sahip olan dokuma sanayinin gelişimi için pamuk ekimi çok önemliydi. Pamuk üretimi sulamayı gerektirdiği için dönemin İngiltere hükümeti Nil Nehri’nin Mısır’a ulaşmadan önce geçtiği ülkelerde nehir suyunun kullanıma ilişkin düzenlemeler yapılmasını sağladı. 1886 Sudan’ı işgal eden İngiltere böylece Nil Nehri üzerindeki kontrolünü önemli ölçüde sağlamlaştırmış oldu. Böylece İskenderiye’den güneyde Cape Town’a kadar geniş bir şerit halinde uzayan büyük bir sömürge imparatorluğu kurulmuş olur.

Sykes-Picot Anlaşması
İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu ile kurduğu ve uzun bir süre devam ettirdiği denge siyaseti I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Almanların yanında savaşa katılması ile sona erer. İngiltere’ye karşı savaşa girmiş bir ülke ile bu tarz bir ilişkiyi sürdürmenin artık koşulu da kalmamıştır.
1916 yılında İngiltere ve Fransa imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşırlar. Ürdün ve Irak İngiltere’nin, Lübnan ve Suriye ise Fransa’nın kontrolüne bırakılır. Kudüs’e özel bir statü verilir ve kotrollü uluslararası yönetime bırakılır.

Aradan yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Ortadoğu’da bitip tükenmek bilmeyen çatışmaların kaynaklarından biri de; İngiltere ve Fransa’nın bölgenin kendi iç dengelerini dikkate almadan, kocaman bir coğrafyayı nesneleştirerek basit bir paylaşıma konu etmesi olmuştur. Sadece bu iki ülkenin çıkarlarını önceleyen bu tutumun bedelini bölge halkları yüz yıldır acı çekerek ödüyorlar.

Birinci Dünya savaşında Ortadoğu cephesinde üstünlük sağlamak isteyen İngiltere uzun yıllardır İslam ve Arap araştırmaları yapmış olmanın verdiği arka plan bilgisiyle Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak için Mekke şerifi Hüseyin ile temasa geçer. Ayaklanmalar sonucu Şerif Hüseyin kendisini Arabistan kralı ilan eder ve İngiltere tarafından tanınır. Böylece Arap devletleşmesi süreci de başlamış olur.

16 Arap devletinin çıkışı
1918 yılında Osmanlı İmparatorluğunun toptan çökmesinden sonra ise Araplar kendi içinde de parçalandılar. Bu gelişmeye İngiltere ve Fransa’nın kendi içindeki güç mücadelesi de eklenince ortaya irili ufaklı 16 Arap devleti çıktı. Bunların hiçbiri kendi iradesi ile ortaya çıkmış devletler değildi ve o dönem İngiltere ve Fransa’nın dönemsel ihtiyaçları için uydurulmuş devletlerdi.

Halbuki o yıllarda kendi içinde nispeten daha gelişmiş bir temposu olan kendini yönetebilme hakkını en az diğer halklar kadar hak etmiş olan Kürtler dönemin emperyalist güçleri tarafından göz ardı edilmişti. 16 Arap devletine karşılık Ortadoğu’nun kadim halkı olan Kürtler sadece gözardı edilmemiş, dört parçaya bölünerek yeni kurulmuş devletlerin önüne bir tür yem olarak atılmıştı. Böylece sadece Kürtler değil diğer bütün devletlerde Kürtler üzerinden esir alınmıştı.
Kürtler kendileri zaten esirken; onları sözümona esir edenler de Kürtler üzerinden dünyanın muktedirlerinin esiri haline gelmişti. Kürtlerin özgür olmadığı Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de Kürt sorunu üzerinden bu ülkelerin sosyal ve ekonomik gelişimi rehin alınmıştır.

Irak’ın işgali ve sonrasında yaşanan gelişmeler günümüze kadar süregelen Ortadoğu sorununa ışık tutar bir niteliktedir. Mısır’da ortaya çıkan daha sonra diğer Arap ülkelerine yayılan Arap milliyetçiliği İngiltere’nin Irak’ı işgali sırasında daha da görünür hale gelir.

Irak’ta İngiltere Arap milliyetçisi bir mukavemetle karşılaşır. İşgale rağmen Irak daha baştan itibaren iç ve dış işlerinde geniş yetkilere sahip olur ve 1930 yılında ise bağımsızlığını kazanır. İngiltere bu aşamada mevcut Irak yönetimiyle çatışmak yerine onlarla anlaşmalar yoluyla çalışma yoluna gider. Irak’ta fiziki işgal biter; fakat Irak önemli ölçüde İngiltere’nin kontrolünde kalır.

İngiltere’nin İran’daki önceliği
İngiltere’nin İran ilişkileri ise çok dalgalı bir seyir izlemiştir. İngiltere’nin İran’daki önceliği asıl olarak Rusya’yı dengelemek olmuştur. İlk olarak 1901 yılında İngiltere İran’la petrol ve gazın çıkarılması için bir imtiyaz anlaşması yapar. Fakat 1932 yılında Rıza Pehlevi Abadon petrolleri üzerinde İngiltere’nin daha önce edinmiş olduğu imtiyazları feshedince İngiltere Basra Körfezi’ne savaş gemileri gönderir.

1933 yılında İngiltere ve İran Anglo-Persian Oil Company adında bir şirket kurdular; fakat İran yeniden II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin ödediği parayı az bularak anlaşmanın değiştirilmesini istedi. 1954 yılında bu oyuna Amerika da dahil oldu ve bu üçlü arasında yeniden bir anlaşma yapıldı ve İngiltere’ye toplam hisselerin yüzde 40’ı verildi.
Zamanla dönemin İran yönetimi ile İngiltere-ABD ikilisi arasında ilişkiler gelişti. Ortak karar; ABD ve İngiltere’nin desteği ile İran’ın Sovyetler Birliği’ne karşı silahlandırılması ve İran’ın Körfezin jandarması olarak Sovyetler Birliği’ne karşı ABD-İngiltere lehine pozisyon alması yönünde ortaya çıktı.

Önce İngiltere sonra ise ABD’nin Ortadoğu’da birinci önceliği Rusya’nın çevrelenmesi hareket alanının daraltılması olmuştur. Bu iki ülke sürekli Rusya’yı kuşatmaya çalışmışlardır. Bu çerçevede İran bu iki gücün önemli mücadele alanlarından biridir. Aslında sıkıntı kimi zaman orada yerel devletlerle gibi gözükse de aslında Rusya’yladır. Yakın dönemde Suriye’de yaşanan iç savaş ve sürekli gündemde tutulan İran tartışmaları doğrudan Rusya ve dolayısıyla Çin’i hedef alan hamlelerdir.

İngiltere Ortadoğu siyasetini sadece Rusya’nın değil aynı zamanda diğer Batılı ülkelerin çevrelenmesi, Ortadoğu’da çok fazla etkili olamamaları üzerine de inşaa etmiştir. Örneğin Almanya-İngiliz rekabeti de Ortadoğu’da çok hissedilir bir gerilim hattıdır. Çoğu zaman bu iki ülke Ortadoğu’da karşı karşıya gelmişlerdir.
YARIN
* Süveyş kanalının önemi
* Türk-İngiliz ilişkileri

Yorumlar