ABDURRAHMAN AYDIN
Erdoğan’ın kendi kişilik özellikleri nedeniyle iktidarı ve
gücü asla paylaşmak istemediği herkesin malumu zaten. Kendi iktidarının
mutlak olmasını isteyen biri, bu iktidarın bir tür ortaklıkla
lekelenmesini de istemez. Fakat onun açısından konjonktürel şartlar
nedeniyle bunu yapmak zorunda kaldı; seçim sonuçları gösteriyor ki
yapmaya da devam etmek zorunda. MHP ve MHP kökenli AKP’liler (bunlardan
biri de Süleyman Soylu), yani aşırı milliyetçi-sağcı blok ise elbette bu
durumu görüyor. En yakın yol arkadaşlarına bile kullandıktan sonra
geride bırakıp attığı bir merdiven muamelesi çeken bir Erdoğan’dan söz
ediyoruz. Haziran seçimleri sonrası bir savaş hükümeti olarak kurulmuş
bu ortaklıkta, onlar açısından Erdoğan’ın bu arzusuna direnebilmenin tek
yolu savaşı derinleştirmekten geçiyor.
Hatırlanırsa, Osman Pamukoğlu yıllar önce Kara Tohum adlı
bir kitap yazmış, dolaylı bir biçimde devleti yönetme hak ve ehliyetinin
savaşın aktörlerinde olduğunu ileri sürmüştü bu kitabında. Pamukoğlu’na
göre ‘insan doğası’ diye bir şey vardı (elbette bu kavram Hobbes,
Machiavelli, Locke gibi erken modern dönem düşünürlerinin bir kavramı ve
yine elbette bunların derinliksiz, hakkı verilmemiş bir okumasından
türettiği bir kavramı kullanıyordu Pamukoğlu; daha doğrusu bir kavramı
bir imgeye dönüştürüyordu) ve ‘insan doğası’ dediği bu şey ona göre en
berrak, en çıplak haliyle çatışma içerisinde ortaya çıkıyordu. Bu
nedenle de çatışmada en yoğun ve açık haliyle beliren şeyi yönetebilen
biri, yönetme işini de en iyi becerebilecek kişiydi. Akıl yürütmesi,
özetle şunu söylüyordu: Savaşın aktörleri yönetmelidir devleti. Ama yine
kendisinin farkında olmadığı şey, özne düzeyinde değilse de yapı
düzeyinde, tam da talep etmekte olduğu şeyin bir gerçeklik olduğu
olgusuydu. Yani savaş mantalitesi yönetiyordu zaten devleti, hala da
öyle.
Savaşın aktörünün bu kadar rahatça böyle bir talepte
bulunabilmesi Türkiye’nin temel kodlarına ilişkin bir şeyler de söylüyor
elbette. Dikkatini kendi sorunlarına yöneltmek ve bunları siyasal
biçimlerde çözmeye yönelmek yerine, “İşte düşman!” diye işaret edilenin
mutlak kötü olduğu varsayımıyla var olan, kendi öznelliğini bunun
üzerinden tesis edebilen bir topluluk… Dolayısıyla kendisi üzerine
düşünme becerisi de olmayan bir topluluk… Bu topluluk son birkaç yıldır
“Savaşın aktörü benim” diyenler tarafından yönetiliyor. Bu düzeyde bir
yöneticilik ve iktidar anlayışının meşruiyet kaynağı savaştır. Savaşın
kurduğu kodlar içerisinde pozisyon alıyor artık bütün aktörler. Süleyman
Soylu da buna dahil.
Normalde Soylu’nun konumundaki birinin Bazîd’deki gibi bir
olay karşısında yapması gereken şey kamuya bir açıklama yapmaktır;
fakat beyefendi Pervin Buldan’ı aradı, tehdit etti. Açıklaması buydu:
Buldan’ı tehdit etmek. Böylelikle savaşın temel aktörü olarak öne
sürüyordu kendisini. “Bakın, ben dövüşüyorum” diyen bir hal; dolayısıyla
da “Dövüşen bensem yeni kabinenin yeni içişleri bakanı da ben
olmalıyım” diyen, talebini savaş üzerinden kuran, ortaya koyan bir hal…
Ya karanlık ve hesaplı bir plan ya da yine karanlık bir
fırsatçılık söz konusu. Üstelik “Bu sefer sizi CHP bile kurtaramayacak”
ifadesiyle bir taşla iki kuş vurmaya yeltenen bir taktik… “Daha önce
bunları CHP kurtardı” demeye getiren bir ifade bu. Tek mutlak doğrusu
kan ve savaş çünkü. Bu tek ve mutlak doğruyu ölçü kılarak, bunun
ölçüsüyle tartmaya yelteniyor insanları. Bir tarafta ‘harcanabilir’
yerliler var bu zihniyete göre; öyle ya Kürt çocukları patates zaten,
tarlada yetişiyorlar! Diğer tarafta ise savaşın aktörü olmak vasfıyla
başka her şeyi ve herkesi ölçme, tartma, yargılama haddini görüyor
kendisinde. Yine Kürt siyasal hareketini tam bir acziyet içinde, güçsüz
sunmaya dönük de bir hat içeriyor bu söylem: “Sizi daha önce CHP
kurtardı!” Hadi ya! HDP’ye oy veren milyonlarca insan yok hükmündeydi
zaten!
Aşırı milliyetçi grupların gözünde CHP’yi zan altında
bırakmak ve yanı sıra yeni çatışma sahnesinin büsbütün dışına atmak; HDP
ile gerilimli ve çatışkılı bir hattı kendi benliğinde oluşturarak
çatışmanın asli aktörü konumuna geçmek ve ardından devletin temel
kodlarına kök salmış şu eskimeyen talebi yinelemek: Savaşan
yönetmelidir. İlginçtir; gerçeklikte var olmasa da bir olasılık olarak
savaş var olmaksızın kendi kimliğini tesis edemeyen bir devlet bu. Yine
bu devletin temel argümanı da paradoksal bir biçimde ‘güvenlik
argümanı’. Güvenlik iddiasıyla ortaya çıkıp güvenliği değil de sürekli
savaşı aramak… Paradoks bu. Bu paradokstan türeyip geliyor Türk
Devletinin bütün yönetim envanteri. Soylu da en çelişkili, en paradoksal
haliyle buraya yerleşmeye çalışıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder