Yarınlarımıza sahip çıkma zamanı!



BİRCAN DEĞİRMENCİ/AMED

“Devletin sağlığı bozuksa, idari yapı bir altüst oluş yaşıyorsa, toplumla devlet arasındaki temel sözleşmelerin bütünü yara almışsa, devletin, siyasetin sağlığında ciddi sorun vardır.

Henüz çalışacak bir işimin olduğu vakitlerden biri. İş çıkışı, yorgun argın, evime yakın sokağa kurulan semt pazarına girdiğim gibi pişman oluyorum.
Ahmak ıslatan yağmur altında; bir elimde çantam, diğerinde sebze-meyve poşetleri. Satıcıların bağırış-çağırışları arasında, yerlere dökülüp ezilen sebzelerin çamurla birleşerek meydana getirdiği kaygan zeminde düşmemek için üstün çaba sarf ediyorum. Vişne çıkmış, hoşafı güzel olur diye hevesleniyorum. İki kasa duruyor önümde. Biri bitmek üzere ve çürükler kalmış. Diğerinde capcanlı vişneler bana bakıyor.

Şu kasadaki vişneden istiyorum. Olur mu?
Olur abla! Ayıpsın diyor satıcı. Öylece ellerini izliyorum. Derken el arabalarıyla etrafımı saran çocuklar dikkatimi dağıtıyor. Abla taşıyalım mı? Gerek yok, ev yakın. O esnada sevgili vişne satıcısı kıvrak hareketlerle, diğer kasadaki çürük vişneleri kese kağıdına dolduruveriyor kaşla göz arasında. Küçük esnafımıza olan bütün güvenim yerle bir oluyor yine.
“Ben size diğer kasadan verin demiştim” elime tutuşturduğu torbadaki çürük olanları göstererek.
Bir hışımla torbayı elimden alıp kasaya geri boşaltarak beklenmedik bir tepki veriyor. Anlaşılan bütün günün gerginliğini benim üzerimden çıkartmaya niyetli. Az önceki saygı gösterileri yapan adam gitmiş yerini işgüzar bir esnaf almıştı. “Satmıyam sahan! Git, başka yerden al. Sen de başımıza toxtor olmuşsan bakıyam.”
Ne ilgisi vardı şimdi? Dumura uğramıştım. Adamın çürük vişneyi tespit etmenin doktorlukla nasıl bir bağ kurduğunu anlayamazken, bu kentte en çok önemsenen mesleğin doktorluk olduğunu da yeniden anımsıyorum.
Doktora gitmek bir sosyal faaliyet gibi. En çok hastanelere giden dolmuşlar iş yapıyor. Kentin hepsi mi hasta,  yoksa hasta olmayı mı seviyorlar bilemiyorum. Belki de ilgilenilmek, insan yerine konulmak hoşlarına gidiyor diyeceğim ama devlet hastanelerinin durumu içler acısı. Özel hastanelere zaten güçleri yetmez ama herkesin elinde röntgen filminin olduğu kağıtlar, ilaçların olduğu poşetler, oradan oraya koşturuyorlar.

Efsanevi Dr. Selçuk Mızraklı
Bu hastaların bir de adını sürekli zikrettiği efsanevi bir doktoru var. En çok duyduğum isim Dr. Selçuk Mızraklı. Herkes birbirine onu tavsiye ediyor. Neyse ki sağlık açısından kapısını çalmam gerekmedi ama hastane dışında pek çok yerde karşılaşmıştım. Mezopotamya Tıp Kongresi’nde, Sarmaşık Derneği’nde, DTK toplantılarında, kimi zaman bir filmin galasında veya tiyatro salonunda. Şimdilerdeyse hastaları pek bir dertli. Çünkü o doktor artık onların biyolojik sağlığından öte toplum sağlığına deva bulmak için kolları sıvamıştı. 24 Haziran seçimlerinde HDP’nin Amed’den 1. sıra adayı olarak gösterilmişti. Dr. Adnan Selçuk Mızraklı ile hikayesini ve adaylık sürecini konuştuk.   
Siverek’te ilkokul öğretmeni bir babayla ev emekçisi bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelir Selçuk Mızraklı.  Ailesinden şöyle söz ediyor: “Okuttuğu çocukların kimliklerinden ödün vermeden başarılı olabilmeleri için çaba sarfediyordu babam. Annem bilge bir kadındı. Sevgisi ve şefkatiyle, evine ve bize çok özenirdi. Her türlü inceliğe sahipti. Üç erkek kardeştik. Kızkardeşimiz olmadığı için şanssızdık.”

Sol ve demokrat bir aileden
3 yaşındayken babasının görevi nedeniyle Siverek’ten  Eskişehir’in bir köyüne giderler. Üç yıl iki ayrı köyde görev yaptıktan sonra merkeze yerleşirler. İlkokulu bitirdikten sonra İngilizce eğitim verilen Maarif Kolejini kazanır, daha sonra Türkiye sıralamasında yüksek bir puanla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 12 Eylül’ün etkilerinin sürdüğü yıllardır. Devlet tarafından adeta kuşatılmış olan üniversite koşullarında öğrencilerin en ufak bir demokratik talebi bile kriminalize edilen bir boyuttadır. O süreci Mızraklı şöyle anlatıyor: “Ailenin doğasında var olan sol ve demokrat devrimci etkiler bende de karşılık buluyordu. O sıralarda yemek fiyatlarının yüksekliği nedeniyle boykotu örgütleyenlerden biriydim. 84’ten itibaren İstanbul ve Ankara’da eş zamanlı YÖK’e karşı protestolar başlayınca bizler de bir grup Kürt öğrenci olarak bu süreçlerde yerimizi almaya başladık. Öğrenci dernekleri kuruluyordu. Dernek çalışmalarında da bulunduk. Öte yandan Kürdistan’da başlayan silahlı siyasal mücadele süreciyle beraber Kürt gençlerinin dikkatleri buraya yönelmeye başlamış ve bunun üzerine tartışıyorlardı. Dolayısıyla bizler de kendi durumumuz sorgulamak ve o günün siyasal atmosferi içerisinde kendimize yörünge tarifi yapmayla karşı karşıyaydık.”

Che Guevera, Dr. Hikmet Kıvılcımlı…
Çocukluğundan beri ulvi bir meslek olarak gördüğü hekim olmayı kafasına koyan Mızraklı, “Para kazanma mesleği olarak değil. Malzemesi, öznesi, nesnesi insan olan bir meslek olması cazip geliyordu. İnsanlara dokundukça ruh ortaklığı yaparsınız. Yoldaşlık yaparsınız. İnsanların en sıkıntılı olduğu anda onların hem dert ortağı hem de dertlerinin dermanı olursunuz. Bu nedenle mesleğimi de iyi öğrenmeye çalışırdım. Bir takım etkinliklerin hazırlıklarını yaparken sınavları ihmal etmiyordum.  Her ikisini bir arada yürütmeyi becerebilmiştim. İnsanların biyolojik yönleriyle ilgilendikleri kadar sosyal ve siyasal gelecekleriyle de ilgilenen Che Guevera’nın, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın profillerini incelerdim. Okulu bitirdiğim gün kendi yolumu da çizmem gerekiyordu. Onlara mı benzeyecektim yoksa kendime benzeyen, kendi mayamda var olandan kaynaklı bir şey mi çıkartmaya başlayacaktım.”

‘Komünist bir doktor gelmiş’
İlk görev yeri MHP’nin kalelerinden biri olarak bilinen Yozgat Yerköy’dür. 1988-90 arasında orada çalışır. “Ben onlara sadece hekim olarak davrandım. Sosyal ve siyasal gündeme ilişkin görüşlerim nedeniyle çok kısa zamanda benim gıyabımda “buraya bölücü komünist bir doktor gelmiş” diye konuşulmaya başlandı. Benden önceki hekimin dini hassasiyetleri nedeniyle kadınlara dokunmadığı, günde 3-4 tane hastanın olduğu, kapasitesi düşük bir sağlık ocağıydı. Önce tıbbi malzeme eksikliklerini tamamladım. Dolaplara yerleştirdim. Çalışanlarıyla birlikte ocağı temizleyerek işe başladım. İlçeden köy sağlık ocağına gelmeye başladılar. İnsanlarla vicdan, sevgi, merhamet düzeyinde bir bağ kurduk. Benden sonra “Bölücü komünist diyorsunuz ama onun gibi insanla temas kuran birine rastlamadık, eğer o bölücüyse ben de bölücüyüm” diyenlere ilişkin duyumlar alıyordum.

Ankara’dan Amed’e
Ardından Ankara’da Onkoloji Hastanesi’nde Kulak Burun Boğaz bölümünde çalışır. 1990’da iktisatçı Zeynep Mızraklı ile evlenir. Eşinin de desteğiyle girdiği sınavı kazanarak Dicle Üniversitesi Genel Cerrahi departmanına gelir. Vedat Aydın’ın öldürüldüğü dönemdir. “Vedat Aydın İHD Genel Kurulu’nda Kürtçe konuşma yaptığında Apê Musa ile diğer Kürt gençleri gibi ben de oradaydım. O olayların da tanığıydım. Olaylarda ağır yaralananlar benim çalıştığım ünitedeydi. Tam böyle bir atmosferde evimi getirdim.”
5 yıllık hummalı nöbetleri olan cerrahi asistanlık eğitimini 1996’da tamamlar. Üniversitede cerrahi kürsüsünde kalarak devam edeceği konuşulur ancak mesleğine hiç bulaştırmadığı halde siyasal inancına dönük yorumlar nedeniyle kürsüde kalması engellenir. Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne tayin yaptırarak, 2005’e kadar burada görevine devam eder. “Zora düştüğünüz zaman size nasıl el uzatılmasını istiyorsanız siz de insanlara o eli uzatırken o derece bonkör olmalısınız. Yaşamım boyunca bu ilkeyi edindim. Diğer branşlarla ilgili olsa bile kolaylaştırıcı ya da yönlendirici olmaya çalıştım. O süreçlerde hırpalanmadan bir yerlere varabilsinler. Dertleri çözülebilsin. Kamuda kalacak olursam o bürokrasinin devlet anlayışının gereği olarak zaman zaman beni zorlayabilirler düşüncesiyle istifa ettim” diyor Dr. Mızraklı.

Mehmed Uzun’un da doktoruydu
2005’te Amed’de açılan Özel Veni Vidi Hastanesi’nde çalışmaya başlar. “O dönem şimdiki gibi fark ücreti uygulamaları yoktu. O nedenle daha rahattı çalışma koşulları. Gelen hastalardan alınan paradan ötürü uğramış oldukları bir mağduriyet durumu yoktu. Siz hekim olarak hastanızın cebine el uzatan sistemin bir parçası olmak istemiyorsunuz. Sağlık arayışına girmiş birçok insana katkılarımız oldu. Mehmed Uzun da bunlardan biriydi. Onu uçaktan alıp hastaneye getirmem üzerine hızlı bir toparlanma süreci yaşadı. İnsanüstü bir çabayla 15-16 aylık yaşam süresine katkı sağladık. Onun gibi birçok insanımız çoğu kez memnun olarak ayrıldı. Hekim şefkatiyle ekonomik çarkları çalıştırmaksızın çaba sarf ettik bu konuda vicdanım rahat.

Kürtçe öğrendi, Kürtçe’yi yaygınlaştırdı
Anadili Türkçe olmasına rağmen hastalarıyla iyi iletişim kurmak için üniversite öğrencilik yıllarından itibaren Kürtçe öğrenmeye çalışır. “Bozuk bir gramerle konuşuyorum ama hastalarım beni hoş görüyorlar. Birbirimizi anlıyoruz” diyor.
2008-2010 yılı arasında Diyarbakır Tabip Odası Başkanlığı yapar. Aynı zamanda İHD’de bazı konularda danışmanlık düzeyindeki çalışmalarını sürdürür. Başkanlık döneminde Kürdistan’ın özgürleşmiş parçalarında uygulanan sağlık modelleri konusunda kolektif bir fikir fırtınası yapmaya aracılık etmesi amacıyla ilki 2009’da gerçekleşen Mezopotamya Tıp Kongresi’nin yürütücülüğünü yapar.
İlk toplantıda bildirilerin yüzde 35’i Kürtçe olarak sunulan kongrenin 7.’sinde bu oran yüzde 85’e ulaşır. “Kürt hekimleri de Kürtçe bildiri sunacak bir kapasite ve arayışa girdi. Dolayısıyla bu bir entelektüel ve dil yönünden önemli bir çabaydı. Diğer yanı da anadilde sağlık çerçevesinde çalışma yapmalıydık. O dönemde Tabip Odası’nda Kürtçe dil atölyesi çalışması yürüttük. Hekimlere dönük olarak ağrı bilimi dahil tüm branşlar için ana soruları içeren anamnez yani hasta öyküsünü alma formatlarını içeren, kullanabilecekleri bir kitap hazırladık. İsrafil Bülbül ve Adem Avcıkıran’ın çabaları oldu. 5 bin basmıştık, Türkiye’deki tabip odalarına gönderdik. Hastaların sağlık hizmeti alırken, mahrem alanda meramını anlatırken araya tercüman girmesinde bir perde girer araya. Bu çalışmalar o perdeyi kaldırmak içindi.”

Elele verelim, el açtırmayalım
DTK Divan üyeliğini yapmaya başlar. 6 yıl boyunca daimi meclis delegesi olarak çalışma yapar. Oda başkanlığında görev süresi dolunca yoksullukla mücadele için kurulan Sarmaşık derneğinin başkanlığını yürütür. Dr. Mızraklı şöyle anlatıyor: “Özellikle Kürdistan’daki yoksulluğun profilini ve bu yoksulluğu ortaya çıkartan faktörleri biraz daha içerden gözlemleme fırsatım oldu. Kürdistan’da başka ülkelerle karşılaştırılabilecek bir yoksulluk değil, çok derin bir yoksulluk mevcut. Yoksullaştırılmış bir kitleyle karşı karşıyasınız. Hepsine elinizi uzatmanız mevcut dernek bünyesinde pek mümkün değildi. Benden önce bu işin fikriyatına, işleyişine özel bir değer katan Şerif Camcı, hepimizin hazır bulduğu çok güzel bir sistemle örgütlemişti. Çünkü bu işe toplumsal katılım ve ciddi anlamda bir farkındalık yaratmak için hem sivil toplumun, yerel yönetimin paydaş olması hem de bireylerin hiç hissetmeyecekleri kadar küçük bir miktarlarla katkı yaparak havuz oluşturmalarını sağlamıştı. Minnet duygusu olmaksızın, hep beraber bir araya getirdiğimiz değerlerin ortaklaşmasıydı. Evrim Alataş’ın sloganı dernek mottomuz haline gelmişti. ‘El açmayalım el açtırmayalım. Elele verelim.’ Sarmaşık dönemini bugüne kadar yaptığım en kutsal çalışma olarak görüyorum.” Sarmaşık, 2016 Aralık itibariyle KHK ile kapatıldı. O güne kadar biriktirilen değerlere el konuldu. “Birgün fırsatı olduğu zaman tekrardan bunu kurumlaştırma ve işler haline getirmek söz konusu olduğu zaman o kutsal çabaya devam etmek isterim” diyor Dr. Mızraklı.

Mezopotamya Üniversitesi
2011 sonlarında bir grup arkadaşıyla birlikte Mezopotamya Üniversitesini kurmaya dönük olarak bir vakıf çalışması yürütürler. 2013 başlarında vakfın kuruluş sürecini tamamlarlar. “Vakfın kuruluşundan sonra bunun duyurusunu yaptık. 300’e yakın kurucu üyemiz vardı. 60’a yakın akademisyen vardı. Yazar, siyasetçi, hekim, hukukçu gibi farkındalık düzeyi yüksek olan kişiler vakfın kuruluş sürecine katıldılar. Bu çaba özellikle Kürt toplumunun birçok hayat alanında kendi bilgisinin açığa çıkartılması, kendi hafızasının ortaya dökülmesi, folkloründen diline kadar pek çok boyutta kendi dilini üretilmesi açısından kutlu bir çabaydı. Halen de devam eden dil, etimoloji, folklor çevreli üniversite kütüphanesinin altyapısını oluşturacak şekilde çalışmaları var.”
‘Siz bizi yargılayamazsınız’
2017 Temmuz ayında bir sabah saat 5’te kapısı çalınır. DTK faaliyetleri esas olmak üzere bir arama emri ile gözaltına alınır. İddianamesi çok gülünç olan bir kurgu çerçevesinde 6 gün gözaltında tutulduktan sonra tutuklanır. Yaklaşık 2 ay D tipi cezaevinde kalır. “O süreçte de ne ailemde ne çevremde zerre kadar bir suçluluk duygusu zaten hiç yoktu ama beraberinde bu sürecin haklı olup aynı zamanda onur kavgası veren insanların o güçlü dayanışmasını bütün biçimleriyle yaşadım. Eşim oldukça güçlü durdu. İki oğlum, bir kızım var. Kızım çok etkilendi. Bir süre sonra kanıksamaya ve direnç göstermeye başladı. Çıktıktan sonra bu kadar gaddarlığı ve zulmü yaşamış bir toplumun esasında bunları telafi etme noktasında da bir takım güçlü maharetleri gelişiyor. Çok kısa bir sürede tekrar işime döndüm. Hastalarım kıyameti koparmışlardı. Seslerini ulaştırabildikleri her yerde bu konuda çaba göstermişlerdi. Hem mesleğimize ve meslek örgütümüze yönelik bir saldırıydı. Toplumun bugüne, yarına dair kaygılarını demokratik düzlemde tartışan, yoğuran ve bunu bir anlamda hem normalleştirerek hem de siyasetin anlayabileceği gibi tercüme ederek sunan bir DTK faaliyeti marjnalize edilmeye çalışılmıştı. Bu çerçevede ben gerek soruşturma gerekse daha sonra mahkemelerde ‘siz bizi yargılayamazsınız’ demiştim.”

Sorumluluk alma zamanı
Adaylığını ve neden HDP sorularını ise Mızraklı şu şekilde değerlendiriyor. “Bu gibi şeyler kafanızda bir ampul yanmasıyla olmuyor. Kendinize bir rol veya görev tarifi yapıp ya da kendinize değer vehmederek olan işler değil. Daha çok çevrenizin tetiklemesiyle gelişen bir durum oluyor. Ben kendimi hep içinde yaşadığım koşulların bir ürünü olarak görmüşümdür. Beni ben yapan, bende bugünkü biriktirmelerin nüveleri esasında bu toplumda mevcut. Dolayısıyla çevremdeki her insanda benim bir parçam var. Bende o insanların bir parçası ifadesini buluyor.”
AKP- MHP rejiminin çok sıkışarak birden baskın seçim yaparak durumunu kurtarma noktasına geldiğini hatırlatan Mızraklı anlatmaya devam ediyor: “Nasıl olsa HDP bileşenlerini biz yok saydık, medyada görünür kılmadık, toplumda şeytanlaştırmaya çalıştık. Böyle bir seçimle onların tozunu atarız şekilde gelişleri söz konusuydu. Her duyarlı yurttaş gibi bunun karşısında durmak lazım. Bu pervasız, ahlaklı olmayan gelişin karşılanması gerekiyordu. Bu anlamda ben de aday adaylığı başvurusu yaptım. Ki nitekim çok onurlandırıcı bir durumdu. 234 başvuru olmuştu. Ben eminim ki hepsi benden çok daha yeterli ve yetenekli arkadaşlarımızdır. Bu toplum yaratmış olduğu değerler itibariyle kapasitesi yüksek bir toplumdur. Biz Amed’de bu gerçekliği birçok defa tespit etmişizdir. Bu çerçevede çevremin iteklemesiyle ‘benim de sorumluluk alma zamanım geldi’ dedim. Daha önce son 6 ay içinde Parti Meclisinde çalışıyordum. Bir yandan hekimlik gibi çok konsantre bir mesleği icra etmek ama aynı zamanda siyasetin kıyısından köşesinden bir şekliyle bulunmak insanı zorlayan bir durum.
Beni yakalasalar parçalayacak olan hastalarım var. Gitme diyen. Benim de bir seçim yapmam gerekiyordu. Hekimlik yaparken o biyolojik yapıda oluşan durumları düzeltmek için veya halk sağlığı açısından baktığımız zaman insan ve toplum sağlığı üzerinde etkilerine ilişkin birçok çalışmaya dahil oldum. Ama eğer siyasetin, devletin sağlığı bozuksa, yani idari yapı bir altüst oluş yaşıyorsa, insanla, toplumla devlet arasındaki o temel sözleşmelerin bütünü yara almışsa, yaşadığınız coğrafyada tüm bu kavramların ötesinde yaşam hakkına gasp eden veya insan onurunu rencide eden bir sürü uygulamaların tanığıysanız burada da ciddi anlamda devletin, siyasetin sağlığında sorun vardır.”

Barış atmosferine ihtiyaç var
Sağlığın çok geniş ölçekli bir şey olduğunu ifade eden Mızraklı, “İnsanın biyolojik, ruhsal, sosyal iyilik halinin yanı sıra  siyasal iyilik halini ekledik. Çünkü sosyal ve siyasal iyilik hali aslında barış atmosferidir. Yani biz insanlar barış atmosferinde daha çok insan olduğumuzun farkına varırız. Barışın olmadığı savaş koşullarında insan olmanın meziyetlerini de yitirmeye başlarız. Elele vermeyi unuturuz, içimizi hırs ve rekabet kaplar, kutuplaşmaya başlarız. Barış atmosferinde sevgi, insana hürmet, fedakarlık, vicdan gibi meziyetlerin ortaya çıkmasını beraberinde de estetik sanatsal yanının güçlenmesini getirir. Bakın son yıllarda sanat bitiyor. Kentler beton binalarla doldu ama bir tane sanat eseri yok. Bir müzik veya resim sergisi gibi şeyleri unuttuk. Her toplumsal durum veya devletin almış olduğu pozisyon kendine özgü bir takım şeyler çıkartıyor. Sanatın da sağlığı bozuk. Bir coğrafyada sanat yoksa, estetik yoksa insanlar o ince yanlarını, ayrıntılarda muzipliği yakalayan, önemli belirlemeleri artık görmemeye başlarlar ve hayat çok daha kaba saba bir şeye dönüşür. Dolayısıyla bu duruma müdahale etmek lazım. Değiştirebiliriz, dönüştürebiliriz, yarınımıza sahip çıkmak istiyorsak bugün herkesin safını bulması gerekiyordu. Ben de safımı bulmaya çalışıyorum.

Sevgi ve şefkatte cimri olmayın
Hastalarıyla dostluk ilişkisinin ötesinde bir aşk ilişkisi yaşadığını söyleyen Mızraklı, “Diyarbakır’da binlerce insana aşığım onlar da bana aşık. Çünkü beklentisiz, içerden içeriye, kalpten kalbe olan bir ilişkiyle insanlara yaklaştım. Meslektaşlarıma da hep şunu söyledim: Her şeyde cimri olsanız da sevgi ve şefkatinizde cimri olmayın. Bizim analarımızdan evlatlarımıza kadar insanlar her zaman sevgiyle zenginleşebilirler. Sevebilmek ve sevilebilmek insanı zenginleştiren, insan yapan en büyük değerdir. İnsanlığımız orada açığa çıkıyor. Nasıl ki kendi siyasal sürecimizde kadın devriminden bahsediyorsak; esasında yeni bir insan da ortaya çıkıyor, yeni babalar, yeni anneler, yeni evlatlar da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu toplum değişiyor. Çoğaldığımı, çoğaldığımızı görüyorum. Bir toplumun her zaman sahip olduğu olumlu güzel değerler vardır ama bazen çoğaltan değerler  varken toplumu kahreden değerler de vardır. Bu olumsuzlukları eksiltilme sürecine dönüştüğü zaman toplumlar ileriye gidebiliyor” diyor.
Almanya örneğini veren Dr. Mızraklı, “Alman toplumu 2. Dünya Savaşı’nda halklara yaşattığı o vahşetten dersler çıkartarak, bugünkü barış ve huzur içinde yaşayabilme kapasitesine sahip toplumsal dönüşümü yapabilmiştir. O yüzleşmeyi yaşamıştır. Aynı şey bizim için de geçerli. Bir takım hatalı ve ayrık şeylerle yüzleşmeyi yaşarsak bunu meslek insanı olarak, bir baba olarak, sokakta yürürken bir yurttaş olarak yapabiliriz. Kendinde sorumluluk bilen, hayata müdahale eden bir kişi olarak her düzeyde yapabiliriz. Buna biraz inanmak lazım. Herkesin bir cevheri vardır o cevheri açığa çıkartmak lazım. Bunu hep beraber başaracağız” diye belirtiyor.

Yorumlar