Yalan ve Kürdistan’da kişilik sorunu - ABDURRAHMAN AYDIN


 
27 Nisan 2018 Cuma

ABDURRAHMAN AYDIN

Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı’ndaki “Orpheus Çıkmazı” başlıklı yazısında, Coetzee’nin Barbarları Beklerken’ini yorumladığı şu pasaj kadar üzerine düşündüğüm, sürekli durmaksızın yeniden düşündüğüm pek az metin, pasaj olmuştur hayatımda: “Bir an gelir, sulh yargıcı barbar kızın bedenine imparatorluk subayları gibi yakarak, yırtarak, keserek değil, bu kez soyarak, ovarak, okşayarak giriyor olabileceğini, işkencecilerin yaraladığı bir bedenin sırrını bu kez yarayı sararak elde etmeye çalıştığını fark eder. Ortada devrini uzatmak için uğraşan bir imparatorluk olduğu sürece, kendisi ‘kuzu postu giymiş bir imparatorluk çakalı’ndan başkası değildir: “Çünkü ben, o zaman düşünmekten hoşlandığım gibi, soğuk katı Albay’ın hoşgörülü haz düşkünü zıttı değildim. Ben İmparatorluğun rahat zamanlarda kendi kendine söylediği yalandım, o ise İmparatorluğun sert rüzgârlar estiğinde kendi kendisine söylediği yalandı. Biz İmparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o kadar.” Ortada devrini uzatmaya çalışan bir imparatorluk olduğu sürece barbar kız kendisine baktığında ‘koruyucu bir albatrosun açılmış kanatları’nı değil, ‘avı hâlâ soluk alırken darbe indirmekten çekinen korkak bir albatrosun siyah şeklini’ görecektir.”
Sırrı ele geçirilecek bir beden fikrinden iyi zamanlarda söylenen yalanlara, kötü zamanlarda söylenen yalanlara, çakallara, gerçekte zamanı sona ermiş olduğu halde, var olmak için bir nedeni kalmamış olduğu halde ısrarla var olmayı sürdürmeye çalıştığı için bir hayalet bile değil bir zombi olarak beliren figürlere kadar geniş bir düşünce mekânının kapısını aralıyor bu pasaj. Fakat mutlak ve kesin ayrımları varsaymamak gerek; bana kalırsa bütün bu imgeler, simgeler hepimizi şuramızdan buramızdan kuşatıyor, kat ediyor, içimizden geçiyor.
İlkinden yola koyulursam, zaman zaman arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerde, biraz da espri olsun diye söylediğim “Kürt’ün libidoyla imtihanı” ifadesinin buldurucu bir değerinin olduğu kanısındayım. Yeryüzünün Lanetlileri’nde Fanon şunları söylüyordu: “Yerlinin sömürgecilerin bölgesine yönelttiği bakışlar şehvetli ve kıskançtır. Yerli sahip olmayı düşler, sahip olmanın her biçimini düşler: Sömürgecinin masasına oturmayı, onun yatağında ve tercihen karısıyla birlikte yatmayı. Sömürgeli kıskançtır. Sömürgeci, sömürgelinin kaçamak bakışlarını yakaladığında ve bu nedenle sürekli tetikte beklerken bunun farkındadır ve için için şunu fark eder: “Yerimizi almak istiyorlar.” Elbette doğrudur bu; sömürgecinin yerini almayı günde en az bir kere düşlemeyen tek bir sömürgeli yoktur.” Sorun şu ki efendi gitse bile ‘kadın’ kalır ve efendiyle girişilmiş (ya da girişilememiş) o tuhaf rekabetin damgasını taşır erkek arzunun kadına verdiği sembolik yer. Bu türlü bir erkeklik açısından ‘Efendinin yeri’ olarak tahayyül edilen yere bir geçiş kapısı gibidir kadın bedeni. Kadın bedenine ilişkin bu tahayyülün elbette bir gerçekliği yoktur ve bu nedenle ‘o yere’ asla ulaşamamasıyla, yani paradoksal bir biçimde asla tamamlanamayarak kendi kendisini tesis eder bu erkeklik biçimi. Fakat yine ilginç bir biçimde kendini tam bir sömürgeli olarak gören öznelerin, bu ‘sömürgelilik’ imgesinden hareketle tam bir masumiyet deklarasyonu içine de girdiklerini görüyoruz. Böylelikle kendisini ‘sömürgeciliğin eleştirisi’ olarak sunan bir söylemin, aslında tam da bir sahtekarlığın üzerini örtmeye yaradığına da tanıklık ediyoruz. Öyle ya, bunca mücadele zaten birtakım patolojiler ortadan kalksın diye değil, kimi insanlar patolojilerini bir ‘mücadele’ söyleminin arkasına saklasınlar diye verildi zaten. Belki de kökleri hatırlamak, hep hatırlamak ve unutmamak gerekiyor. Mücadele, Kürdistan’daki öznellik biçimlerinin eleştirisiyle başladı ve bana kalırsa yeniden hatırlamak gerekiyor bunu.
İlkinden yol alarak yalan konusuna geçmeyi düşünüyordum, fakat yalan kendiliğinden görünür oldu. Ama Coetzee’deki yalan boyutunu tersine bükerek ifade etmek gerekiyor bunu. “Ben, İmparatorluğun iyi zamanlarında Kürdistan’da ortaya çıkmış bir yalandım; o ise İmparatorluğun kötü zamanlarında ortaya çıkmış bir yalandı” diyecek, diyebilecek kadar cüretli, cesur olabilecek midir acaba bu çok özel türde ‘yalancılar’? Coetzee’nin görüsünün muhteşemliği, basitçe yalan söyleyen bir öznenin sözlerinin yalanlığına değil, bizatihi bir öznellik biçiminin yalan varoluşuna odaklanmasındadır. Subayın kötü zamanlardaki yalan olarak, sulh yargıcının ise iyi zamanlardaki yalan olarak belirmesi… Coetzee yalanın kendi yalan gölgesini de oluşturan bir şey olması temasını ise bir başka kitabına, Utanç’a taşır. Yani kendi koordinatlarımıza tercüme edersek, Efrîn İmparatorluğun kötü zamanlarında söylenmiş bir yalanı, bir epik hikayeyi ve bu hikayenin tarihsel mitlerle desteklenmesi yalanını ortaya koyuyor ve bu yalanın gölgesi Kürdistan’ın üzerine de düşerek bir gölge yalan daha üretiyor ki işaret etmek istediğim budur. Fakat gölge yalanda Coetzee’nin ikili yapısı bulunmuyor. Hem İmparatorluğun iyi zamanlarında hem de kötü zamanlarında, ama biri subay, öbürü sulh yargıcı (ordu ve hukuk) iki ayrı figürde beliren bu yalan varoluşun gölgesi olarak sömürgede ortaya çıkan yalan varoluş, ne yazık ki bir ve aynı figürde çakışıyor. Elbette sömürge koşullarının ürünüdür bu figür ya da bu kişilik tipi. Kürdistan’da Kişilik Sorunu varlığını değişmiş bir biçimde sürdürüyor hala. Yokmuş gibi davranmak, sanırım yalana ortak olmak anlamına da gelecek.
 
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

HABER | KÜLTÜR-SANAT | KADIN | TOPLUM-YAŞAM | DİZİ | FORUM | DÜNYA | KURDÎ | KIRMANCKÎ | YAZARLAR | POLİTİKART | İLETİŞİM | KUNYE | REKLAM
Telefon:+ 49 6102 367690    Fax: + 49 6102 367696     Bilgi:info@yeniozgurpolitika.org     Haber:haber@yeniozgurpolitika.org
© 2016 Yeni Özgür Politika. All rights reserved.

Yorumlar